Freitag, 18. August 2023

76. CANNES FİLM FESTİVALİ GÜNCESİ – 1

 TOPUKLU ENGELİ ve ENGELLİ LİĞİ
– Ne olacak canım



İzlenimlerimi yazmak üzere Cannes Film Festivali‘nde altı gün geçireceğim. Bavulumu hazırlamakta zorlanıyorum. Kıyafet koduna çok önem verdiklerini duydum. İzlemeyi istediğim bir filmin gösterildiği salona girememek gibi bir problem yaşamak istemiyorum. Kıyafet koduna uygun giyinmemiş olanları sinema salonuna almayabiliyorlarmış. Şık bir kıyafet, tercihen uzun bir etek, altına topuklu ayakkabı giymem gerekiyormuş. Ne olacak canım, gereği neyse yaparım. Oysaki ben yıllardır topuklu ayakkabı giymeyi bıraktım. Düğünlere, konserlere, operaya, baleye, üzerime ne kadar şık, allı pullu, abiye veya şatafatlı giyinirsem giyineyim, ayaklarımda her zaman son derece rahat ayakkabılar olur. Değil topuklu ayakkabı giymemek, sadece beni rahat ettirecek ayakkabıları, ha deyince depara geçebileceğim, icabında on, yirmi kilometre yürüyebileceğim rahatlıktaki ayakkabıları tercih ediyorum. Hem yürümenin çok sağlıklı olduğunu düşündüğüm ve olabildiğince her yere yürümeye çalıştığımdan, hem de rahatsız olmadan, keyifle yürümenin hayatla  ve kendimle ilişkime çok olumlu katkısı olduğunun ayrımına vardığımdan. Cannes‘da geçireceğim altı gün için iki tane gece kıyafeti, altına da iki topuklu ayakkabı aldım yanıma. Her günü bu iki kıyafetle geçirmem mümkün olmayacaktır. Onun için gündüzleri giymek üzere, siyah sade bir kıyafetin altına pek hoşuma giden bir spor ayakkabı giymeyi planlıyorum. Muhtemelen akşam galalarından önce bir ara kıyafetimi ve ayakkabılarımı değiştirmem gerekecek. Gereği bu ise yaparım, ne olacak canım. Ancak… bu konuyu eleştirel zihnimin neşterinin altına yatırmayı da ihmal etmem. Edemem. Etmemeliyim. 


Son yıllarda kadınların kendi rahatlıkları için alışkanlık haline getirdikleri, spor ayakkabıyı her çeşit kıyafet ile kombine etme modasına minnettarım. Ben de epey bir katkıda bulunmuş olduğumu düşünüyorum. Belki de bu özgürleşme sayesinde Cannes Film Festivalindeki bu kıyafet kodu bana Çin'deki ‘lotus ayak‘ geleneğini çağrıştırdı. Tang Hanedanı döneminden, yani onuncu yüzyıldan itibaren, küçük ayaklar Çin'de kadınların güzellik ve zerafet sembolü olarak kabul edilmeye başlanmış. Bunun için çocuk yaşlardan itibaren kızların ayakları, oldukça acı verici ve yıllarca süren, bandajlama, küçük ayakkabılar giyme gibi çeşitli yöntemlerle şekillendirilmeye, küçük tutulmaya çalışılmış. Peki neden? Sebebi, ancak zengin ve itibarlı aile kızlarının gerekli zamanı ve çabayı harcayarak ayaklarının şekillerini değiştirebileceği inancıymış. Küçük ayaklı, daha doğrusu ‘engelli’ kılınmış ayaklı kadınlar, ailelerinin zenginliğini ve itibarını sembolize ederlermiş. Kadının bedeni üzerinden imaj üretimi yani. Günümüzde bazı markaların kıyafetlerini, çantalarını taşıyarak, bu objelere insanların büyük bir kısmının veremeyeceği meblağlar vererek, kendilerinin hangi ekonomik sınıfa ait olduğunu göstermeye çalışan kişilerin psikolojik ve stratejik ihtiyaçlarıyla örtüşür ihtiyaçlar sonucu geliştirilmiş bir uygulama olduğunu söyleyebiliriz ‘lotus ayaklar’ın. Gerçi ayaklarına ‘engellilik‘ niteliği kazandırılan kızın, kadının, evi kolay kolay terk edemeyeceği, evden uzaklaşamayacağı düşüncesi de bu uygulamanın motivasyonlarından olabilir. Neyse ki Çin'de yüzyıllar sürdüğü söylenen bu uygulamaya artık rastlanmıyormuş. Nitekim, yüzyıllar süren, zamanının insanlarında belki de hiçbir zaman değişmeyecekmiş hissi yaratmış olabilecek gelenek, görenek ve değerler bile değişebiliyor. 


Geçenlerde Arthur Schopenhauer'in Aşkın Metafiziği isimli kitabında, bu konuyla ilintili olduğunu düşündüğüm bazı fikirlerini okudum. Hani Çin gibi çok uzaklarda bir ülkede, bilmem kaç yüzyıl önce var olmuş olan, bizim hayatımızla uzaktan yakından ilgisi olmayan, olmadığını zannedebileceğimiz bu gelenek, egzotik kategorisinde algılanıp bir kenara konabilir. Ancak pek çok fikrini son derece ilginç bulduğum Schopenhauer'in kadınlar konusundaki düşünceleri beni şaşırttı. Gerçi bahsi geçen kitap kadına bakış açısından baştan sona bir felaket. Kitabın isminin Aşkın Metafiziği olarak çevrilmesi muhtemelen stratejik bir hamle, çünkü Almancası Die Weiber’ın Türkçe’de birebir karşılığı, olsa olsa ‘Avratlar’ olabilir. Cannes’da gördüğüm topuklu ayakkabılar üzerinde kendilerini ‘engelli‘ kategorisine sokmayı başarmış bir şekilde hareket etmeye çalışan kadınlar ile Schopenhauer'in fikirlerinin ilişkisini kurmayı, Schopenhauer’dan alıntılar yaparak size bırakıyorum. Gerçi, Schopenhauer’ın 1788-1860 yılları arası yaşamış olduğu ve fikirlerinin geliştiği dönemde kadının, doğurganlığa indirgenmiş bir cins kabul edildiği olasılığını da dikkate almak gerek. Ancak anlaşılan o ki, Schopenhauer o zamana kadar gelmiş bazı kemikleşmiş fikirsel yaklaşımları alabora ederken, kadına bakış açısından ciddi bir entelektüel adım atmayı başaramamış. Kitabı bende, ‘biz’ diye bahsettiği erkeklere kadınlar hakkında ‘manavdan, pazardan nasıl sebze ve meyve seçilir’ kıvamında tavsiyeler veriyor hissiyatı yarattı.

 

“Dikkate aldığımız, en başta gelen (mutlak; genel) bizim seçimimizi ve eğilimimizi yönlendiren birinci özellik, yaştır. Genel olarak (seçtiğimiz kadının) yaşı, âdet görmenin başlamasıyla bitmesi arasındaki döneme yayılır; ancak asıl tercihimizi, on sekiz ile yirmi sekiz yaş arasındaki döneme yöneltiriz. Bu yılların dışındaki hiçbir kadın bizi çekemez.  …  İkinci özellik, sağlıktır. Akut hastalıklar (eğilimimizi) ancak geçici olarak aksatırlar; kronik hastalıklar ya da kuvvetten düşmeler bizi ürkütürler; çünkü bunlar çocuğa da geçerler.  …  Dikkate aldığımız üçüncü özellik, iskelet kemik yapısıdır. Çünkü kemik yapısı türün tipinin temelidir. Yaşlılığın ve hastalığın yanı sıra, bizi çarpık, bozuk bir beden biçimi kadar iten başka bir şey yoktur. Hatta olabilecek en güzel yüz bile bu kusurun açığını kapatamaz. Ayrıca iskeletin (kemik yapısının) orantısızlığı, bozukluğu, örneğin kısa boylu, tıknaz, kısa bacaklı bir figür vb, dışsal bir rastlantının (kazanın) sonucu olmayan aksak bir yürüyüş bizi olumsuz yönde çok güçlü etkiler; buna karşılık dikkati çekecek kadar güzel bir vücut yapısı, bütün kusur ve eksiklikleri telafi edebilir; böyle bir beden bizi kendine hayran bırakır. Herkesin küçük ayaklara verdiği değer de bu bağlama girer; bu değer veriş, küçük ayakların, türün önemli bir karakteristiğini temsil etmelerinden ileri gelir.”


Cannes‘a geldiğimde bahsedilen kıyafet kodunun sadece ana sinema sahnesi olan Grand Auditorium Louis Lumiere‘in akşam beşten sonraki seansları için geçerli olduğunu öğrendim. Yıllardır Cannes‘a gelen birkaç kişiden öğrendiğim, kıyafet kodu konusunda eskiden çok daha sıkı davrandıkları, son yıllarda tutumlarının bu konuda rahatladığı yönünde. Nitekim gün içinde gözlemlediğim kadarıyla her dört, belki de üç kişiden birinin spor ayakkabı giydiği. Üstelik Lumiere’deki akşam seansları için söz konusu olan kıyafet kodu sıkılığı anlaşılan sadece kadınlar için değil. Deniz Celiloğlu’nu sabahleyin gördüğümde giydiği takımın ona çok yakıştığını düşündüğümden iltifat etmeyi ihmal etmedim. Pek uyumlu ve klas bir seçim yapmış olduğunu düşünmüştüm. Sonradan öğrendim ki, o akşam Lumiere‘de izlemek istediği filme alınmamış. Neden? Çünkü ayağındaki ayakkabılar deri ayakkabı değilmiş. Hani bu konuda cinsel ayrımcılığın olmaması bir teselli olabilir diye yazıyorum. 


Filmlerden tanıdığımız ünlü yıldızlar, galalarına gelen yarışma filmlerinin oyuncuları, rejisörleri, prodüktörleri, otellerinden, gösterişli siyah pencereli ‘cool’ arabalarla alınıp Büyük Oditoryum Lumiere‘in önüne konvoylar halinde getiriliyorlar. Yani bu kişiler direk kırmızı halının önünde arabadan iniyor, önce sağlı sollu siyah takım elbise giymiş, ellerinde tele objektifler ile donanmış fotoğrafçıların arasından, sağa ve sola poz vere vere ilerliyorlar; sonra kırmızı halılı merdivenlerden yukarı çıkıp sinema salonuna giriyorlar. Yürüme mesafeleri elli metreyi geçmiyordur zannediyorum. Ancak bir de festivale gelen diğer bir dolu insan söz konusu. Lumiere‘in kapasitesi iki bin kişinin üzerinde. Bu insanların yarısı kadın dersek, yaklaşık bin kadın topukluların üzerinde kaldıkları otellerden, evlerden salonlara yürümeye çalışıyorlar. Son derece şık giyimli oluyor pek çoğu. Ama ilginçtir, belki ayakkabıların topukları son yıllardaki moda ile daha da yükseldiği için, “keşke koltuk değnekleri olsa da otellerde, olmadi kiralanabilse, veya yağmurlu günlerde satılan şemsiyeler gibi yollarda satılsa, ki kadınlar koltuk değneklerinden destek alarak çok zorlanmadan yürüyebilseler” dedirtti bana. Halden anlamam, öznel deneyimlerime dayanmakta. Çünkü ben de iki gece o koltuk değneklerine ihtiyaç duydum. Gerçi aklımdan şöyle bir fantazi de geçmedi değil. Pahalı siyah arabalarla galalara getirilmeyenler, tahtırevanlarla 20-30 EU karşılığında kırmızı halının girişine taşınabilirlerdi. Neden bugüne kadar böyle bir fikir kimsenin aklına gelmemişti ki! Ekonomik olarak bu mümkün değil, demeyin, gayet mümkün. Cannes‘da şemsiye satan güçlü zenci erkeklerden ikisinin, eğer tahtırevan tek kişilik değilse, dördünün, topuklu ayakkabı giymiş kadınları tahtırevanlarla Lumiere‘in girişine taşıması işten bile değil. Pardon ‘zenci‘ dememem gerekiyordu, politik olarak doğru değil bu. Siyahi. Rahat rahat topuklu ayakkabılarımızı giyebildiğimiz, kadınlarımızı tahtırevanlarla, yani yürüyen tahtları ile, taşıtabildiğimiz müddetçe, ne olacak canım, zenci demek yerine siyahi demeyi öğrenebiliriz, değil mi? İroniye kaydım, oysa ki pek da tarzım degildir. Ancak önemli konular, kendilerine dokunduğumu bana genelde ironi ile hissettiriyorlar. Türkiye’de ne kadar yaygın kestiremiyorum, ancak benim yaşadığım Orta Avrupa’da pek bir popülerlik kazanan, benimse ciddi ciddi rahatsızlık duymaya başladığım bir olgu var: politik doğruculuk. Rötuşlar ile devrimler yaptıkları hissi yaşatmaya çalışan, ancak kopardıkları yaygaralarla ciddi ve asıl problemlerin görünürlüğünü zayıflatan bir olgu. Yazım bu noktada çok ciddi bir konuya dokunmuş olmalı.


Topuklu ayakkabı engeline dönelim. 2015 yılında Cannes’da düz ayakkabı giydiği için sinemaya alınmayan ellili yaşlarında bir dizi kadına destek vermek üzere 2016 Cannes Film Festivali’nde, pek sevgili Julia Roberts kırmızı halıda yalınayak yürümüş. Bunun üzerine zaman zaman başka kadın sanatçılar da kırmızı halıda ayakkabılarını çıkarmışlar. Bu minik protestolar bence çok önemli, düşünüldüğünden çok daha güçlü, ve hafızalara kazınan kültürel birer imge. Tabii ki ‘ne olacak canım’ demeyen ve kariyerleri sayesinde bunu dememe cesaretini gösterebilecek insanların yapabilecekleri bir protesto. 2018 yılında festival jüri üyesi olan Kristen Stewart bu konuda şöyle demiş. Özgür bir çeviri olacak:


“Bence kimsenin kimseden topuklu ayakkabı giyme talebi olamaz. Nasıl erkeklerden topuklu ayakkabı giymeleri talep edilemiyorsa, benden de kimse edemez.” 


Bu sene ise Jennifer Lawrence Bread and Roses filminin gösteriminden önce, kırmızı merdivenlerde poz verirken masalsı, uzun, kırmızı Dior kıyafetinin eteğini hafiften yukarı kaldırıp, ayaklarındaki siyah flip-floplarla basına poz vermiş. Burada kısa bir parantez açıp Türkçe’nin -miş’li geçmiş zamanına güzelleme yapmak istiyorum. Daha doğrusu dikkatinizi Türkçe’deki bu çok özel kurala ve onun sunduğu imkâna çekmek istiyorum. İfade yerindeyse ‘hastasıyım’. Cannes’da geçirdiğim süre boyunca ben Jennifer Lawrence ile karşılaşmadım ve onun elbisesinin altından gösterdigi flip-flop’larına kendi gözlerimle tanık olmadım. Sonradan, hatta yazımın sonuna yaklaşırken bu yazıdan bir arkadaşıma söz ettiğimde, o ayakkabılarını çıkaranın Julia Roberts değil Jennifer Lawrence olduğunu söyledi, araştırdım ve 2023 festivali için internette onun fotoğrafları ile karşılaştım. Ancak aynı elbise ile kırmızı merdivenlerden çıkarken kırmızı topuklu ayakkabılarla çekilmiş bir fotoğraf da gördüm. Türkçe’deki -miş’li geçmiş zaman sayesinde, kimsenin yalancısı olmadan, kendi gözlerimle tanıklık etmemiş olduğum bilgisini kolaylıkla ifade edebilmek fevkalade değerli bir dilbilgisi kuralı kanımca. Türkçenin bu özelliğinin konuşanlardan dürüstlük talep ettiğini düşünüyorum. Konuşurken de yazarken de tanıklık etmiş olup olmadığı bilgisini verme sorumluluğu. Tanıklık ettiğim çok özel bir an var ki, onu sizinle paylaşmak isterim.


Kuru Otlar Üzerine filminin galasından önce Nuri Bilge Ceylan ve ekibi kırmızı halıdan geçmiş merdivenlerden çıkıyorlardı. Derken Merve Dizdar'ın ya ayağı kaydı, ya burkuldu, düşecek gibi oldu. Sebebi muhtemelen yüksek topuklar. Yanında yürüyen Deniz Celiloğlu hızlı bir refleksle hemen kolundan tutunca Merve çabucak toparladı ve son derece sempatik bir gülümsemeyle yürümeye devam ettiler. O an minik bir performans tadındaydı. Dizdar’ı Büyük Lumiere Oditorium’undan izleyen herkesin içinin bir an hoplayıp, hemen peşinden rahatladığından, empati nöronlarımız sayesinde onun yaşadığı anı koskoca bir salon birlikte yaşadığımızdan neredeyse eminim. Yani Merve Dizdar topuklu ayakkabılar, topuklu engelliliği konusunda bir ‘performans’ sergilemek istese ancak bu kadar başarılı olabilirdi. Tabii ki Dizdar bunu planlamış değildi, ancak Merve Dizdar’ı Cannes’da geçirdiğim bir kaç günde tanıdığım kadarıyla şunu söyleyebilirim. Merve Dizdar kariyerinde atacağı birkaç adımdan, kazanacağı bir miktar daha özgüvenden sonra, rahatlıkla ‘ne olacak canım’dan ‘bu benim sorumluluğum’a geçecektir, bu onun için neredeyse kendiliğinden olacaktır. Kırmızı halılarda en rahat nasılsa öyle giyinip öyle hareket edeceği günlere... Özgür, güçlü, ve saygılı, insani değerlerinin bilincinde yaşadığı toplumları yaratan kadınlarla birlikte, o kadınlardan biri olarak, insanlık için açacakları yollara… Kendisini tebrik ediyorum. Rol arkadaşı Deniz Celiloğlu’nu da ayrıca tebrik etmek isterim. Ekip çalışmalarında, ki film üretimi ciddi anlamda büyük bir ekip çalışması, ekipteki herkes, ama özellikle rol arkadaşları ve rejisör birbirlerini aydınlatmadıkça, karşılıklı destek vermedikçe, sağlam ve başarılı bir iş çıkamaz. Yani, tabii ki Dizdar’ın Cannes’da aldığı ödül bütün ekibin sayesindedir, bütün ekibin kazancıdır. Belki de en çok Celiloğlu’nun. Cannes’da gözlemlediğim kadarıyla Celiloğlu özgür ve güçlü kadına saygısı olan, kadınlara destek veren erkekleri temsil edebilecek bir oyuncu.