Büyük bir keyif ile yazını yazmışsın,
düşündüklerinin, kurguladıklarının insanlara ulaşacağı hayali seni heyecanlandırıyor.
Derken hayat cevap veriyor sana. Yazını görsel bir esere çevirmeye karar vermiş.
Vardır bir bildiği deyip devam ediyorum ben de hayatıma. Sağlık olsun.
Sizlerle paylaşayım. İşte o cevap:
Türkçe’de kullandığımız Arapça kökenli bu kelimenin eskimiş anlamı, Google'ın kullandığı Oxford Languages sözlüğünde şöyle tanımlanıyor: kımıldatma, harekete geçirme, yola çıkartma. Tahriki atıl olan bir canlıyı harekete teşvik etmek, canlandırmak, yönlendirmek gibi anlayacak olursak, kanımca gayet olumlu bir anlama sahip. Peki tahrik kelimesini daha güncel kullanımları ile, yani “bir canlıyı veya kişiyi duygusal, sinirsel veya cinsel olarak uyarmak, kışkırtmak“ olarak değerlendirirsek durum nasıl? Eskimiş anlamını tam olarak göz ardı etmeden bu soruya cevap vermeye çalıştığımda bir yol ayrımı ile karşılaşıyorum. Üstelik taban tabana zıt yönlere ilerleyen iki yol ile. Bir yolda keyif, zevk alınan heyecanlar, karşılıklı duyarlılık ve empati yeteneği, saygı, diyalog ve belki de yeni hayatların, fikirlerin yaratılışı söz konusu. Diğer yolda ise şiddet, yıkım, ölüm, zarar, saldırı. Dünyada pek çok probleme sebep olan ‚tahrik‘ fenomenini bir nebze olsun anlamak adına bu yazı ile ikinci yolda ilerleyeceğim.
Pazar öğleden önceleri, eşimle uzunca bir yürüyüşten sonra Viyana'nın müzeler bölgesinde keyifli bir mimariye sahip, havadar, çalışanları gayet sevimli bir kafeye gidip bir iki saat kitap okumak gibi bir alışkanlığımız var. Pazar günü dinginleşen şehrin aksine, sabah saatlerinde burası pek bir hareketli oluyor. Çünkü kafenin hemen yanında bir çocuk tiyatrosu var ve pazar günleri illaki en az bir gösterileri oluyor. Görünüşe bakılırsa pek çok çocuklu aile, eşleri dostları ile burada buluşuyor. Gösteriyi izleyecek çocuklar tiyatroya girip çıkıyor, birlikte uzunca bir süre kahvaltı yapılıyor, daha küçük çocuklar pusetlerinde gün içi uykularını uyuyorlar, anne babalar birbirleri ile sohbet ederken, çocuklar hem kafenin içinde, hem de dışarıda onlar için özenle hazırlanmış oyun alanlarında oynuyorlar. Pek çok çocuk birlikte oynarken, bazıları yalnız oynamayı tercih ediyor. Bu çocuklardan biri dikkatimi çekti. Yaşı daha büyükçe olan çocuklardan biriydi. Yaşını tahmin etmem gerekirse, sekiz dokuz derim. Dingin yaratılışlı bir çocuk gibi gelmişti bana, çünkü çok uzun süre boyunca aynı oyun ile meşguldü. Kitabımdan her kafamı kaldırdığımda onu aynı ruh halinde, aynı oyunu yalnız başına oynarken görüyordum. Muhtemelen evden getirdiği küçük arabalarla oynuyor, bir taraftan da yavaş yavaş, oyununa konsantre, orda bulduğu ağaç dalları ve taşlarla arabalarına yollar, binalar yapıyordu. Derken diğer çocuklardan biri onu rahatsız etmeye başladı. Nasıl, ne diyerek, ne yaparak rahatsız etmişti bilemiyorum, ancak onun tahrik olduğu açıktı. Görünen oydu ki istemediği bir müdahaleye maruz kalmıştı. Ortalıkta koşan, diğer çocuklarla oynayan çocuk arada bir gelip ona sataşmaya devam ediyordu. Arabaları ile oynayan çocuk o geldiğinde huzurunu kaybediyor, vücut dilinden anladığım kadarıyla arabalarına, yarattığı dünyasına zarar verileceği korkusuna kapılıyordu. Diğer çocuk arada sırada onu yoklamaya devam etti. Bir müddet sonra başka çocukları da yanına katmayı başardı. Gelip ona birşeyler söyleyip, etrafında koşuşturup, arabalarını almak ister gibi yapıp, tekrar uzaklaşıyorlardı. Çocuk huzurunu kaybetmiş, her an akbabaların saldırısına uğrayacak zayıf bir hayvanın ruh haline bürünmüştü. Ben kitabımı bırakıp onları izlemeye başladım. Bir taraftan da anne babaların olanları görüp görmediklerini anlamaya çalışıyordum. Benim müdahale etmem söz konusu olamazdı, çünkü çocuklardan hiçbirinin annesi veya bir yakını değildim. Orta Avrupa'da kendi çocuğun dışında hiçbir çocuğa kolay kolay müdahale edemezsin, seni çiğ çiğ yerler. Ve tabii ki bir de olacakları bilemezdim. Derken arabalı çocuğun etrafında koşturan çocuklardan biri onun ağaç dallarından birini aldı. Bir müddet sonra başkası bir taşını kaptığı gibi kaçtı. Çocuk sonunda yerinden kalkıp “Bana bir daha yaklaşırsanız döverim” gibi bir şeyler söyledi, yani gövde gösterisinde bulundu. Büyük yapılı bir çocuktu, belki de oradaki çocukların en büyüğüydü, ama hareketlerinden ve kıyafetlerinden anladığım kadarıyla 'cool' ve belki de psikolojik olarak güçlü bir çocuk değildi. Bu çocuk bir müddet ayakta mı kalsın otursun mu bilemedi. Ayakta kaldığı sürece diğer çocuklardan hiçbiri ona yaklaşmadı. Bazıları başka oyunlar oynamaya başladı. Derken arabalı çocuğa ilk sataşan çocuğun yanından ayrılmayan küçük cüsseli çocuklardan biri yavaş yavaş bu arada yerine oturmuş çocuğa yaklaştı, bir çırpıda onun arabalarından birini kapıp kaçtı. Oturan çocuğun korktuğu da buydu zaten, önündeki büyük taşlardan birini kaptığı gibi küçük cüsseli çocuğun peşinden koşmaya başladı. Küçük çocuk çevik ve hızlıydı. Hemen yakalayamadı. Son derece bilinçli, anne babaların olduğu tarafa koşmuş, ani manevralarla onların arasında koşturuyordu. Büyük çocuk hantaldı ve küçük çocuğa yetişemiyordu. Ama derken olan oldu küçük çocuğu ceketinden tuttuğu gibi yere serdi, büyük bir şiddet ile elindeki taşı küçük çocuğun gövdesine indirdi. Üstelik bu çocuk düşerken kafasını fena şekilde yere çarpmıştı. O an anne babalar hep birlikte olaya müdahale ettiler. Hepsi son derece serin kanlı ve kendilerinden emin kimin suçlu olduğunu biliyorlardı. Bu büyük cüsseli çocuk nasıl böyle vahşi olabiliyordu?! Polis ve ambulans çağrıldı. Küçük çocuğun sağlık durumunu bilmem mümkün değil, ancak şu an iyi olsa bile acı dolu saatler geçirmiş olduğundan eminim. Büyük çocuğun da yaşayacağı bir dizi bürokratik süreçten ve kararlardan sonra kolay bir geleceğe sahip olamayacağını tahmin ediyorum. Emin olduğum bir şey var ki o da her ikisinin de ciddi birer travma yaşamış olduğu. Belki de hayatları boyunca atlatamayacakları, aşamayacakları birer travma. Bu iki çocuğun anne babalarının yaşadıklarını da azımsamamak gerek.
Peki ne olsaydı da bu hikaye bu şekilde gelişmeseydi? Mesela ben anne babalara gidip, kim kimin çocuğu bilmeden birilerine kendi kendine oynayan çocuğu rahatsız ediyorlar mi deseydim? Gerçi hâlâ pek de bir işe yarayacağını zannetmiyorum. Rahatsız edilen çocuk oyununu, yarattığı dünyasını bırakıp annesinin babasının yanına gelip kendini korumaya mı alsaydı? Yoksa durumu anne babasına anlatsa mıydı? O anne baba diğer çocuğun annesini babasını bulup çocuğunuz bizim çocuğumuzu rahatsız ediyor mu deseydi? Bu anne baba çocuklarının sözü ile hareket etseler bile diğer anne baba bu durumu nasıl karşılardı, kışkırtan, başka bir çocuğu tahrik eden çocuklarına müdahale ederler miydi? Peki anne babalar çocuklarını neden gözlemlememiş ve zamanında müdahale etmemişlerdi? Çocuklarını tiyatroya getirerek, kıyafetler alarak, giydirerek, kahvaltılarını hazırlayıp, yedirerek, zamanında yataklarına, okullarına gitmelerini sağlayarak nasıl sorumluluklarını yerine getiriyorlarsa, onların oyunlarını takip etmek de sorumlulukları dahilinde değil miydi? Tabiki hiçbir ebeveyn çocuklarının sorumluluğunu her an yüzde yüz taşıyamaz, yani böyle şeyler yaşanabilir, ve böyle bir durumda anne babayı suçlayamayız, ancak ben içinde yaşadığım kültürde anne babaların, yani yetişkinlerin, çocukların oyunlarına ve birbirleri ile ilişkisine müdahale etme hakkı olmadığına inandıklarını gözlemliyorum. Bu tutumun mutlak yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte bu konuda çok dikkatli olunması gerektiğinin, çünkü bu tutumun gayet çabuk 'yanlış' bir yere evrilebileceginin altını çizmek istiyorum. Nitekim anlattığım anekdot buna iyi bir örnek.
Benim gibi, ordaki başka birkaç yetişkinin de bu olayı 'dramatik son'dan çok önce algıladıklarına eminim. Ancak hiçbirimiz müdahale etmedik. Çünkü buna hakkımız olmadığını düşündük. Olanları arabalarıyla oynayan çocuğun ebeveynlerinden biri dahi izlemiş olabilir, veya o çocuğu tahrik etmeye başlayan çocuğun anne babası da. Ancak içinde bulunduğumuz kültür bizim müdahale etmemizi engelledi. Oysaki bizim bu ‘kültürden’ daha güçlü olmamız gerekiyordu. Gerekiyor. Ve hatta öyle zeki, duyarlı, sorumluluk sahibi ve güçlü olmalıyız ki yeni bir kültür geliştirebilmeliyiz. Tahriki fark etmek ve müdahale etmek, değil sadece oradaki yetişkinlerin, hatta çocukların da sorumluluğu olmalı. Herkes bunu kendi sorumluluğu olarak görebilmeli. Olaylar zincirine dramatik bir dönüm yaşanmadan çok önce müdahale edilmeliydi. Kendi başına arabalarıyla oynayan çocuğu ilk tahrik etmeye başlayan çocuğun bu olaydan zararsız çıktığına da dikkatinizi çekmek isterim. Yetişkinler sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi, yani kendi başına yarattığı dünyada oynayan çocuğu rahatsız edene müdahale etmedikleri gibi, büyük resmi görme çabasına girmeyip tez yoldan bir fikre sahip olarak, yani sorumluluklarını almadan sorumluluk sahibiymis gibi davranarak, hatalı da davranmışlardı. Muhtemelen eski dönemler için de benzer durumlar söz konusudur, ancak onları sıcağı sıcağına izleme fırsatım olmadı, oysaki yakın zaman uluslararası politikalarında benzer durumlar gözlemlemekteyim. Ülke politikalarını çocuklar arasında yaşananlara indirgeyemeyiz tabi ki. Çünkü politik karar, strateji ve hareketler çocuklarınki kadar naif ve salt dürtüsel olamaz. Ancak dünya barışını hedefleyen ve buna bir türlü ulaşamayan insanlık için şu güne kadar olduğumuzdan daha zeki, duyarlı, sorumluluk sahibi ve güçlü olmamız gerektiği kesin.
Bu hedef için insanlığın attığı en ciddi adımın 2. Dünya Savaşı sonrası 1945 yılında kurulan UN-United Nations, yani Birleşmiş Milletler olduğunu düşünüyorum. Savaşlar, yağmalar, sömürgecilikle dolu olan insanlık tarihinde politikacilar 2. Dünya Savaşı'ndan önemli bir ders almış olmalılar ki Birleşmiş Milletler’i kurmuşlar. En önemli görevleri dünya barışını sağlamak, uluslararası hukuka uymak, insan haklarını korumak ve uluslararası işbirliğini geliştirmek olarak tanımlanan kuruluşu. Ancak kanımca BM kesinlikle ulaşması gerektiği güce erişememiş, dünya barışını koruyabilmesi için evrilmesi gerektiği merciye dönüşememiştir. Savunma birligi olarak kurulan NATO’nun zaman zaman saldırı birliğine dönüşmesine dahi müdahale edebilecek uluslararası bir otorite olamamıştır. BM Genel Kurulu ve BM Güvenlik Konseyi başta olmak üzere BM organlarındaki oy dağılımında hâlâ bir gariplik söz konusu. BM Genel Kurulu'ndaki oylar, uluslararası hukukta ‘bir ülke – bir oy’ ilkesine göre yapılmaktadır. Ancak bu ilke, demokratik "bir kişi - bir oy" ilkesiyle çelişmektedir. Yani 10.000 nüfuslu Nauru da bir, 1.358.100.000 vatandaşa sahip Çin de bir oya sahiptir. Buna ek olarak, beş devlet BM'nin en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi'ne daimi üyelik hakkına sahipken, diğer üye devletler bu organa yalnızca dolaylı olarak iki yıllık bir süre için temsilci seçebilmektedir. Bu durum, veto hakki olan devletlerin (ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa, Çin) herhangi bir çoğunluk kararını veto hakkı ile engelleyebilecekleri gerçeğiyle pekiştirilmektedir. Nitekim geçmişte, Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi, kendilerine veya yakın ilişkide oldukları devletlere karşı mahkûmiyet ve yaptırımları önlemek için veto haklarını kapsamlı bir şekilde kullanırlar. 1946'dan 1964'e kadar, Sovyetler Birliği, aksi halde oybirliğiyle alınan çoğunluğa karşı 103 kere veto koyar. ABD, İsrail İle ilgili 69 kararın 20'sini veto eder. Yakın bir gelecekten örnek verecek olursak, ABD'nin 2003 yılında Irak'a yönelik saldırı savaşı vetoları nedeniyle hiçbir yasal sonuç doğurmaz.
Ben ihmal edilmiş bir politik mercinin eksikliğini, bu eksikliğinin yarattığı politik kültürün hasarlarını insanlık olarak yaşamakta olduğumuza inanıyorum. Bu kültürün detaylı bir şekilde tanımlanması, geliştirilmesi, güçlendirilmesi, dünyanın her bir köşesine yayılması, ve illaki istisnasız bütün devletler üzerinde, herhangi birine ayrıcalık tanınmadan, mutlak yaptırıma sahip güce eriştirilmesi gerekmekte. Peki bu politik kültür ile kastettiğim nedir? Dünyada yaşayan her insanın var olan tek bir insanlık ailesinin bir ferdi olduğu bilinci, ve insanlık olarak herhangi iki devletin birbiriyle savaşmasının kabul edilemeyeceği. Savaşlardan istifade eden, edecek olan, etmek için planlar kuran, diğer ülkelerin iç politikalarını manipüle eden ve tahrike başvuran her birey ve kurumun bir insanlık suçu işlediği gerçeğinin benimsenmesi. 21. yüzyılda ilerlerken değil iki kutuplu, tek kutuplu bir dünya dahi düşünülememeli. Tek kutuplu ile kastım tek bir devletin imparatorluğu. Dünyada gelişen barış kültürünün, dünya üzerine yaşayan her insanın, din, dil, ırk, meslek, maddi gelir, cinsel kimlik ve tercih gözetmeksizin, bir dünya vatandaşı olduğu ve insanlık ailesinin bir ferdi olduğu kültürünün, NATO gibi bir organizasyonu gereksiz kılması ve elimine etmesi beklenir. Eğer dünyada yaşanan politikalarda bir tahrik yaşanıyor veya yaşatılıyorsa, bu bütün dünyanın sorumluluğu olmalı, 'dramatik olay veya olaylar' gerçekleşmeden insanlık adına görevde olan Birleşmiş Milletlerin desteği ile global, dünyanın tümü için geçerli önlemler alınmalıdır. Yoksa küçük çocuk ciddi fiziksel darbe aldıktan, hastaneye kaldırıldıktan sonra, büyük çocuğu bir yığın bürokratik sürece sokup, mutlu bir çocuk olarak gelişmesini engelledikten sonra müdahale etmenin ne anlamı var? Kaldı ki olayların gelişimini izleyen ben, o çocuğun uzunca bir süre gayet suçsuz olduğunu, tahrike uğradığını izledim. Öyle bir an geldi ki uğradığı tahrike onu suçlu durumuna düşürecek şekilde cevap verdi. Arabalarıyla oynayan çocuk rahatsız edilmeye başladığında bu durumu dillendireceği, ‘kayda geçireceği’, onunla ilgilenen bir ‘merci’ olmalıydı. Bu çocuk tahrik edildiğinde şiddet kullanırsa suçlu pozisyonuna düşeceğini de bilmeliydi, kimsenin tahrik olup şiddet kullanma hakkının olmadığını da. Dünya barışı için micro ve macro ölçeklerde, farkli düzlemlerde, çaplarda, ve hayatın her alanında duyarlilik, eğitim ve sorumluluk geliştirici önlemler almalı, vizyonlar geliştirmeliyiz ki dünya barışını insanlığın her hücresi ile talep edeceği kültürü bütün insanlar olarak geliştirebilelim.