İlkokul dördüncü sınıftayım. Annemler babamin öğretmen arkadaslarının tavsiyesi üzerine bir mini dizi izlemeye karar verdiler. Bunu duyan ben de izlemek istediğimi söyledim. Dizinin cumartesi günleri yayınlanıyor olması, yani ertesi günün bir okul günü olmaması, annemleri ikna etmeme yardimci oldu. Mini dizinin adi Holocaust‘du. Dört bölüme ayrılmış uzun bir film demek daha doğru olur belki de. Tabi o zaman Holocaust‘un ne anlama geldigini bilmiyordum, bu filmde beni neyin beklediğinden de bihaberdim. O ögretim yılının sonunda ailece Türkiye‘ye kesin dönüş yaptık. Bu filmin benim üzerimdeki etkisi hayatıma eşlik etmeye başlamıştı. O günden sonra elime ikinci dünya savaşına dair hangi kitap geçtiyse okudum. Misafirliğe gittiğimiz ailelerin kitaplıklarında bu konuyla ilgili bir kitap varsa, illaki buldum, ve onlar bana illaki ödünç verdiler. Neden mi? Çünkü anlamaya çalışıyordum. Dünyayı anlamaya çalışan küçük bir kız çocuğunun böylesi ağır bir konu ile hayat dersine başlamış olması biraz garip. Bazen bu durum bana üzücü dahi gelebiliyor. Oysa ki asıl üzücü olanın benim ‚bu konuya ilgim‘ olmadigini üniversite eğitimim icin Almanya‘da yasamaya başladığımda anladım. Asil üzücü olan neydi? Aklınıza ilk gelen cevap ‚bu konuya olan ilgisizlik‘ olabilir. Almanların, çocuklarının bu konudan bihaber yaşamaları mesela. Bu tabiki üzücü olurdu. Yani tarihte böylesi dehşet verici insanlık suçu yaşanmış ve bundan bihaber yaşıyorsa birileri bu en yakın zamanda telafi edilmesi gereken bir hata olabilir ancak. Ama benim ‚asıl üzücü‘ olduğunu keşfettiğim şey, bu yükün altında yasayan Almanlar oldu. Annesi ve babasının, nenesi ve dedesinin, veya akrabalarının Nazi faşizmiyle bir sekilde ilişkisi oldugunu bilen insanlar. Okulda erken yaşta bu konuyla yüzleşince, aslında harakiri yapmaları gerektiği duygusunu yaşamaya başlayan, ancak ne hadlerineyse hala yaşamayı tercih edenlerin hali. İşte onların yaşamdan vazgeçmemekle birlikte, mutlu olma iznini kendilerine vermekte çok zorlandıklarını gördüm. Hayat onları mutlu ettikçe, nitekim hayat herkese zaman zaman mutluluk bahşediyor, zaman zamansa hüzün ve acı, onlar hak etmedikleri bir yemekten pay almış olma 'utancıyla' bakıyorlardı dünyaya. Nasıl mutlu olabilirlerdi!? Ben bu insanların hali karşısında cidden üzüldüm. Ve o an annemlerin ne kadar harika insanlar oldugunu farkettim. Çünkü annemler benim gençliğimde bu ilgime eşlik ederken, hiçbir zaman ‚Almanlar! Cani!‘ deyip, işaret parmakları ile bir milleti göstermediler. Ben de çok büyük bir ihtimalle onlar sayesinde, Almanların neden böylesi us almayan bir katliama sebep olduklarını anlamaya çalışmaktansa, insanların insanlara nasıl bunları yaşatabileceğini anlamaya çalıştım. Olay bir millet veya bir irk degildi, insanın kendisi, ve insanların alabilecekleri hallerdi.
Almanya‘dan döneli epey bir yıl geçmişti, lisedeyken bir gün radyoda Lili Marleen şarkısı yayınlandı. Okulda öğrendiğim birinci yabancı dilim Ingilizce olduğu icin Almanca'nın hayatımda pek yeri kalmamıştı. Belki bu durumun yarattığı nostalji, belki Almanca'nın tınısı, veya sarki sözünü anlıyor olmam... artık sebebi her neyse... ben Lili Marleen‘i duyduğum anda koptum. Hayat durdu. Ben başka bir aleme gittim. Dinlediğim o şarkının adını öğrenene kadar epey bir zaman gecti. Kimin söylediğini hala bilmiyorum. Ya bu sarkiyi ilk olarak 1941’de söyleyerek ünlendiren Lale Andersen olmalı, ya da Marlene Dietrich.
Daha sonra bir yerde, ne kadar doğru oldugunu bilmediğim, ama bir hayal ürünü olsa dahi, çok degerli oldugunu düşündüğüm bir yazıyla karşılaştım. Bir nevi efsane, ki benim hafızamın zayıflığı da bu efsaneye katkida bulunuyor olabilir. Almanya ve Polonya cephesinde radyoda bu şarkı yayınlandığında, her iki tarafta da bu şarkıyı dinleyen askerler birden ateş etmeyi kesmişler. Kendiliğinden bir ateşkes yaşanmış. Bu resim, bu hikaye benim bu şarkıya olan hayranlığımı iyice bir pekiştirdi. Yani Lili Marleen‘i duyduğunda bu dünyadan kopan tek ben degildim, su an yaşamıyor olsalar da bu kopma halini yaşayan yüzlerce askerin peşine takılmış bir ruhtum.
Covid-19 pandemisinden tam bir bucuk ay önce ailece Barselona‘dan Viyana‘ya taşındık. Ilk ‚lockdown‘ ile hepimiz evlere kapandık. Zaten Viyana‘da tanıdığım kişi sayısı bir elin parmağını geçmezken, sanatçılarla iletişime geçmem ve yaratıcı olarak üretken olmami beklemiyordum kendimden. Bir müddet sonra, belki acapella, ya da tıngırdattığım gitarımla bir iki parçayı söyleyip kaydedeyim istedim. Bunlardan ilki Lili Marleen oldu. Çalışırken, öğrenirken parçayı biraz daha sevdim. Aynı lisenin yurdunda kalmış olan kadınlardan olusan KIZLAR YURDU isimli dijital grubumuzda kaydımı paylaştığımda, onlar parçayı tercüme edip edemeyeceğimi sordular. Tercüme konusunda oldum olası çok zorlanırım. Kendi yazılarımı dahi bir dilden digerine tercüme etmek bana ‚haksizlik‘ ettigim hissiyatını yaşatır. Ama yine de bu sarkinin oluşturduğu resmi, minik filmi, aktarmaya çalıştım. Simdi bu çalakalem yazılmış mesajı sizinle de paylaşayım:
Gece. Karanlık. Bir kışla. Yüksek duvar. Büyük kapı. Sokak lambası. Altında iki sevgili. Birbirine öylesine sıkı sıkı sarılmışlar ki, gölgeleri sanki tek bir kişi. Bu ise onların aşkının kanıtı. Bu aşkı herkes görmeli. Bu aski herkes bilmeli. Onlar hâlâ orda mi? Onlar orda tekrar buluşacaklar mi?
Ayrılık. O senin adımlarını tanıyor. Zarif adımlarını. Oysaki her gece yanmaya devam ediyor. Baska iliskiler yaşıyor olabilir mi? Unutulmak. Olur da başa bir dert gelecek olursa, olur da geri dönülemeyecekse... Sokak lambasının altında sana kim sarılacak Lili Marleen? (İşte şarkıda bu noktada askerin nostaljisi melankoliye dönüşüyor.)
(Ancak bir sonraki mısrayla asker melankoliden toparlanıp umut ile devam ediyor.) Sessiz bir odadan. Dünyanın dibinden. Rüyada kendini gösterir gibi. Aşık dudakların kendini bana gösteriyor. Gecenin son sisi devir gezerken. O sokak lambasının yanında bir zamanlar olduğu gibi ben seni bekleyeceğim Lili Marleen.
Son derece iyi niyetli bir sekilde beni uyarmak isteyen arkadaşıma söyleyebileceğim bir iki düşüncem var elbetteki. Birince dünya savaşında bir Yahudi tarafından yazılan bu şiirin ikinci dünya savaşında Naziler tarafından kullanılmış olması, bu şiirin ve bu şarkının gücünü, tanınırlığını, dinlenip, ruhlara islemesini neden engellesin. Neden ben bu şarkıyı söylememeyi tercih edeyim. Bence bu şiir her insanda ortak olan, olması gereken, insanları birbiriyle birleştiren sevgiye, duygusallığa ve şefkate olan ihtiyacının şarkısı. Ama ben arkadaşıma herhangi bir cevap vermemeyi tercih ettim ve sadece üzüldüm. Kendi öz tarihi altında ezilirken, değil kendinin hayattan aldığı hazzı ve mutluluğu frenlemek, yanındakinin frenine basma ihtiyacı duyan hal karsısında, üzüldüm. Nazilerin insanlığa yaşattığı caniliğin gölgesinde yaşamak zorunda kalan Almanlara üzüldüm. Nazi dönemini anlamak icin birinci dünya savaşınının sonunda Almanya’da nasıl hayatların yaşandığına bakmak gerek. İtilaf devletlerinin Alman halkini son derece büyük borçlar altında nasıl ezdiğini, ve insanlik dişi hayatlara sebep verdigini bilmek gerekir. Tabi ki “Naziler hakli yere...” diye baslayacak düsünceler geçmiyor kafamdan. Bu hak meselesi falan degil. Ezilen insanlar, ezildikleri oranda canileşeceklerdir. Sömürülen insanlar hayatlarını sürdürmenin bir yolunu bulmak adına gözlerini gerceklere, ahlaka, ve hukuka kapatmayı tercih edebilirler. Ben şu gün kendi ülkeme baktığımda ve hayat koşullarının kıskacında ezilen insanları gördüğümde, acaba onun icin mi pek çok şeyi göremiyorlar diye düşünmüyor değilim.