Bestekar,
yorumcu, koreograf, video-performans-konsept sanatcisi bir mimar:
Ninel Çam
Röportaj:
Işın Sigel
"Aaa, Siz Hiç Türklere Benzemiyorsunuz" isimli kitabından
"Aaa, Siz Hiç Türklere Benzemiyorsunuz" isimli kitabından
- Verlag: ÖZ YAPIM oHG; (15. März 2009)
- Sprache: Türkisch
- ISBN-10: 3981217047
Ninel
Çam mimarlık eğitimi için Almanya’ya gelmiş. Şiir ve müzik
tutkusu tesadüfler de yardımcı olunca ülkede mimar olarak değil
belki ama bestekar ve yorumcu olarak ün salmasına yol açmış.
Almanya’da edebiyat akşamlarında yazar ve şairlere müziği ve
performans sanati ile eşlik eden genç sanatçı evli ve bir çocuk
annesi. Uzun yıllar Stuttgart kentinde yaşadıktan sonra eşinin
mesleği gereği Ingolstadt yakinlarina taşınan, çok sevdiği
müzik ve şiire hamile kaldıktan sonra bir dönem ara veren sanatçı
İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi son sınıftan
Stuttgart Üniversitesi’ne yatay geçiş yapmış.
‚Bir
kaldırımin kenarinda oturan çocuğun gözlerinde gördüklerim
şarkılarıma yansiyacak. Kulaklarımda cinlayan şarkılar
koreografilerimde harekete dönüsecek. Hareketler düsüncülere.
Düsünceler film karelerine. Kullandigim her malzeme, ürettigim her
proje bir digerini besleyecek. Hayat beni besleyecek. Ben hayati.’
sözleriyle neden farkli disiplinlerin birbirleri ile karsilastigi
alanlarda calisiyor oldugunu aciklayan sanatci Ninel Çam Kent Masalı
adlı müzik grubuyla sayısız konserler vermekte. Grup ‚Od’
adlı albümün ardından 2009’da ikinci albümü çıkarmaya
hazırlanıyor.
Ninel
Cam’in yolda olan ikinci proje ise ‚Kımızı Mürekkep-Kan Fali’
baslikli fotograf sergisi. Sanatcinin kadinin evrensel durusu ile
ilgilendigi bu proje konsept sanatinin fotograf, edebiyat ve
performans sanatlari ile bir bulusmasi.
Şarkılarını
ve şiirlerini ağırlıklı olarak Türkçe aktaran sanatçı,
duygularını yapıtlarında dışa vurarken Almanca’da
zorlandığını söylemekten çekinmiyor ve bu durumu bir dezavantaj
olarak görmedigini belirtiyor. ‚Bu sekilde Türk olmayan
dinleyicilere daha genis bir fantazi dünyasi aciliyor.’ diyor.
Ninel
Çam’ın hayatı aslında göç üzerine kurulu. Ilkokuldan sonra
Malatya’da anne babasından ayrılıp 11 yaşında İzmir’de
yatılı okumuş. Ardından Fen Lisesi’nde okumak için Ankara’ya
geçmiş. Üniversite egitimini Istanbul, Stuttgart/Almanya ve
Nancy/Fransa’da almis. ‚Ben olabildiğim yer benim evim’ diyen
çok
yönlü sanatçı Ninel
Çam ile batılı
ögelerle karsilastirdigi Anadolu ve Azeri türküleri, müzik grubu
Kent Masalı, kadın, siir, annelik, eğitim üzerine
Stuttgart-Ingolstadt hattında telefonla söyleştik:
Sürekli
kent ve ülke değiştirmişsiniz.
Evet.
Kendimi bildim bileli şehir değiştiriyorum. Sürekli bir göç
halindeyim. 22 yasinda iken 22 kere tasinmis oldugumu farkedip bu
durumu anlamlandirmaya calistigimi hatirliyorum. Hala yerlesik düzene
gectigim söylenemez. Bir sene sonra hangi ülke veya hangi sehirde
olacagim düsüncesi hep bilinmez ve hep aktuel benim icin.
Almanya’da yasiyor gibi görünsemde, bir ayagim hep Türkiye’de.
Yilda 3-4 kere Türkiye’ye ailemi görmeye geliyorum. Cocuk sahibi
olunca Türkiye seyahatlerim daha bir önem kazandi. Ailem ve
cocucugum arasinda güclü bir iliski olmasini ancak bu sekilde
saglayabilirim diye düsünüyorum. Bu durum da yerlesik düzeni
desteklemiyor.
Türkiye’de
üniversitede okurken Stuttgart üniversitesine geçmeyi neden
istediniz?
Mimar
Sinan Üniversitesi son siniftayken aldigim bir dil ögrenim bursu
ile Almanya’ya geldim. Yatay geçiş isteği o zaman başladı.
Almanya’daki egitim sisteminin sundugu imkan ve fırsatlar cok
cezbediciydi. Ögrenmek isteyene her türlü imkanin sunuldugu, her
türlü destegin verildigini gördüm. Ögrencinin ve özellikle
ögrenmek isteyenin bas taci edildigini. Almanya’da nerdeyse
ücretsiz olan yüksek egitimin kalitesinin cok yüksek oldugunu
düsünüyorum. Bu durumu kaciramazdim. Kacirmamaliydim. Ben de
geldim. 1998 yilinda Stuttgart Üniversitesi’ne yatay gecis yaptim.
Cok genis yelpazede egitim alma imkanini bu sekilde yakalamis oldum.
Mimarlik ve pek cok diger disiplinin karsilastigi alanlarda projeler
yapmaya basladim: Sanat, edebiyat, video, performans…vs. Bu arada
Sokrates bursu ile de bir yil da Fransa’da Nancy ve Paris’de
egitimime devam ettim. Fevkalade memnunum bu durumdan.
Almanya
sizin için neyi sembolize ediyor?
Almanya
benim için yetişkin olmayı, ayaklarımın üzerinde durmayı ve
özgürlüğü sembolize ediyor. Almanya’da yaşamaya karar
verdiğim zaman, ailemden uzakta yaşamayı ve maddi acidan mutlak
olarak kendi sorumlulugumu almayi da kabul etmiş oldum. Artık
kimsenin destegini hesaba katamayacaktim. Kolay olmayacakti.
Biliyordum. Ama kanatlarımı açıp, uçacaktim. Ve bu duygu
hayatımdaki en güzel hislerden biriydi. Almanya bu nedenle benim
için özgürlük kazanmayı ifade ediyor.
Peki
Fransa?
Fransa
benim icin öz güveni sembolize ediyor. Belki de ben Fransa’yi
böyle yasadim. Artik ucmak degildi Fransa’da konum. Ucmaktan haz
almakti. Bir seyi ögrenmek degil, üretime gecmek.
Almanya’da öz elestiriden destek alan gelisimim, Fransa’da bunu bir kenara birakmayi ögrendi. Ki bu da önemli bir gelisim idi benim icin. Özellikle sanatci yanim icin. Almanya’nin kültüründe var olan öz elestiri bir müddet sonra dekonstruktiv olabiliyor cünkü. Ayni sey benim icin de gecerli. Tam olmadan, hazir olmadan dünyaya acilabilinecegini, ve bu aciklik icinde pek cok seyin ögrenilecegini gösterdi bana Fransa ve Fransa’da gerceklestirdigim projeler.
Cocuk annesi olarak kücük bir yerde yasamanin avantajlari olsa gerek.
Ama hayir. Sanmiyorum. Olmamali. Yazik olur ‚cool’ hallerime, pek cekici idi onlar.
Kirmizi Mürekkep ile herkesin kendinde var ise bu rahatsizligin ayrimina varmasi, ve derinlerde yanlis ekilmis tohumlarin varliginin ayrimsanmasi benim hedefim. Kirmizi Mürekkep ile ilgili daha genis kapsamli bilgiye web sayfamdan ulasmak mümkün olacak: www.ninel.de
Almanya’da öz elestiriden destek alan gelisimim, Fransa’da bunu bir kenara birakmayi ögrendi. Ki bu da önemli bir gelisim idi benim icin. Özellikle sanatci yanim icin. Almanya’nin kültüründe var olan öz elestiri bir müddet sonra dekonstruktiv olabiliyor cünkü. Ayni sey benim icin de gecerli. Tam olmadan, hazir olmadan dünyaya acilabilinecegini, ve bu aciklik icinde pek cok seyin ögrenilecegini gösterdi bana Fransa ve Fransa’da gerceklestirdigim projeler.
Cocuk annesi olarak kücük bir yerde yasamanin avantajlari olsa gerek.
Ama hayir. Sanmiyorum. Olmamali. Yazik olur ‚cool’ hallerime, pek cekici idi onlar.
Kirmizi Mürekkep ile herkesin kendinde var ise bu rahatsizligin ayrimina varmasi, ve derinlerde yanlis ekilmis tohumlarin varliginin ayrimsanmasi benim hedefim. Kirmizi Mürekkep ile ilgili daha genis kapsamli bilgiye web sayfamdan ulasmak mümkün olacak: www.ninel.de
Peki
Türkiye?
Türkiye
benim ailem. Annem, babam, kardeslerim, köklerim. Baslangic noktam.
Benim belirlediklerim degil, belirlenmis olanlar. ‚Onlar
sayesinde’ler. ‚Onlara ragmen’ler. Ne kadar barisik olsam veya
olamasam da hayatta beni mutlu görmek isteyeceklerinden ve bunun
icin ellerindekilerini ardlarina koymayacaklarina emin oldugum
kisiler. Bana güvendikleri müddetce her halukarda kazanacaklarini
ögrenmeleri, bana güvenmedikleri müddetce her halukarda
kaybedeceklerini bilmeleri sart olanlar.
Mimarlık
eğitimi için gelmişsiniz. Diplomayı aldınız ama adınızı
müzikle duyurdunuz? Müziğe nasıl başladınız?
Gerçekten
de mimar olduğumu bilen azdir. Stajlar dışında çalışmadım da.
Üniversitede okurken sanat dünyasına girdim. Yazi, müzik
ve dans hayatımin vazgeçemediğim önemli parçalari. Hayatimi
bunlarsiz düsünemiyorum. Ancak profesyonel olarak sanat üretiyor
olmam bir raslanti sonucu. Gerci hayatta ne raslanti degil ki! Bu
rastlantiya sebep tatli cadi iksirimin tarifi ise: Alman bir arkadas,
Italyan bir asci, Rus bir piyanist, Fransiz özgüveni ve Azeri
türküler. Derken bir de baktim yol kenarinda bir tabela: ‚Hosgeldin
Ninel, bu yol senin yolun’ diyor. Biraz korkuyorum dogruya dogru.
Hayatin bana bu kadar direk hitap ettigini yasamamistim hic. Ama
‘Hadi bakalim’ diyorum, sonunda baskalarinin degil de kendi
yolumda yürüyecek olmanin mutlulu icinde ilerlemeye basliyorum.
Merakli, heyecanli ve ‘Ben’ olarak.
Kent
Masalı da tatli cadi iksirinin bir sonucu mu?
Evet.
Tabi ki. Iksirden önce gözle görünür hic bir sey yoktu.
Birikiyordum sadece. Izliyor, gözlemliyor, ögreniyor, yasiyor,
cikarimlarda bulunuyordum. Yani haznelerimi dolduruyordum.Iliskilerim
olusuyor gelisiyor idi. Derken ‘Hosgeldin’ tabelasi cikti karsima
ve bana yol gösterdi. Bu yol üzerinde Maiki Mai ile tanistim. Bu
tanisma Kent Masali’nin kurulmasi icin ilk rastlanti idi.
Ögrencilige veda partisi düzenlemistim. O siralar Almanya’da
bulunan kardesimin yardimi ile gece dev bir sölene dönüstü.
Arkadaslar. Arkadaslarin arkadaslari. Ve onlarin arkadaslari o gece
bizi buldu. Spontan gelisen cok coskulu bir geceydi. Gelen
misafirlerimizden biri de bir elinde bir vietnam yemegi, diger elinde
udu ile gelen Maiki idi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Maiki ile
dogaclamaya karar verdik. O benim Türk oldugum icin ud ile
dogaclamakta hic zorlanmayacagimi düsünüyordu. Ben ise udu cok
uzaktan taniyordum ve hatta taniyor olmadigimi düsünüyordum. Ama
denedik. Ve büyülendik. Sadece biz degildik büyülenen. Adeta
mekana büyü gazi vermislerdi ve herkes o kalabalikta issiz bir cöle
dagilmisti. Bunun üzerine birlikte calismamiz gerek ve sartti. Maiki
beni agirlikli olarak elektronik gitar üzerinde deneysel calismalari
ile taninan Thomas Maos ile tanistirdi. Bulusup saatlerce dogaclar
olduk. Derken konserlerde bulusur ve saatlerce dogaclar olduk. Bir
müddet sonra grubumuza elektronigi perkussiyona entegre eden Jörg
Bielfeldt katildi. Ve yavas yavas parcalar kristalize olmaya basladi.
O gün bugündür Kent’in Masallarini ariyoruz ve seyirci
karsisindayiz. Besteler sözler bize ait. ‘Od’ adli albumumüzü
cikarali epey oluyor. Benim cok zor gecen hamileligim ve annelik
biraz aldi hizmizi. Ancak simdi cosku ile yeni albümümüz üzerinde
calisiyor ve 2009 da piyasa cikarmayi planliyoruz.
Ne
tür müzk yapıyorsunuz?
Bilmiyorum.
Hakkatten bilmiyorum. Hangi kategoriye sokmali müzigimizi? Etnik
ögelerden, olabildigince sade kullanmaya özen göstersek de,
hoslaniyoruz. Experimentel, yani deneysel calisiyor olmak cok önemli
bizim icin. Üretim seklimiz deneysellik üzerine kurulu ve
elektronik müzik bu noktada önemli bir ayak olusturmakta.
Elektro-Etno-Experimentel desek? EEE Müzik!
Sarkılarınızı
hangi dilde seslendiriyorsunuz?
Parcalarimiz
agirlikli olarak Türkce. Almanca ve Fransizca parcalarim da var.
Ancak Türkce de oldugum kadar rahat edemiyorum bu dillerde. Oysa ki
cok kereler denedim. Ve deneyecegim. Ancak hep Türkce’ye meyil
gösteriyorum. Belki de Türkce bilmeyen müzisyenler ile calisiyor
olmanin bir sonucu bu. Ben onlara tercüme etmedikce ne söyledigimi
anlamiyorlar. Ben de rahat rahat herseyi deneyebiliyorum. Birlikte
ayni mekanda olmakla birlikte, ciplak dolasirmiscasina rahatim,
imgelerim ile bir cocuk gibi utanmadan cekinmeden oynayabiliyorum,
onlar bunlari görmüyorlar. Sadece cikardigim seslerin, hecelerin,
tonlarin keyfini yasiyorlar, kelimelere ve imgelere takilmadan. Ki
ben bu keyfi anliyorum. Bilmedigim ve olmayan bir dilde besteledigim
sarkilarimiz var, cok sevdigim. Benim bu sarkilarda yasadigim hazzi
yasiyor olmalilar. Ki bu hazzi asimsamak istemem. Konserlerimize
gelen türkce bilmeyen genis bir dinleyci kitlesi var. Saniyorum bu
dinleyicileri Türkceyi bilmemek veya hakim olmamak rahatsiz etmiyor,
ve hatta bu durumun tadini cikariyorlar. Müzik onlari kendi
fantazilerine daha cok alan taniyan bir aleme götürüyor. Sinema
ile kitap arasındaki fark gibi belki de. Kitap okurken herşeyi sen
hayalinde kurarsın, fantazi gücün daha aktiv bir sekilde çalışır.
Kitapta güzel kadini sen yaratirsin, filmde güzel kadin
belirlenmistir. Hani birini digerinden daha yeg tuttugum icin
söylemiyorum bunu. Ancak her iki durumun kendine göre avantajlari
oldugunu anlatmak istiyorum. Bir dili anlamak kadar anlamamanin da.
Kendinizi
sanatçı olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Bence
sanatci ne ürettigi degil ne oldugudur. Ikiyüz ücyüz yil önce
sanatcinin ürettigi cok önemli idi belki. Ancak ben su günün
sanatini ve sanatcisinin daha farkli tanimlandigina bir el iscisinden
ziyade bir düsünüre daha yakin durduguna inaniyorum. Böyle olunca
sanatcinin hangi malzemeyi nasil kullandigi ikinci planda kaliyor
dogal olarak. Sanatcinin süzgecine takilmis, onun bedeninden
beslenmis bir tohumu sanatci bir cizimle de disa vurabilir, bir
video, bir sarki, bir performans ile de. Kaldi ki bir malzemeyi veya
medyayi kullanirken, diger bir malzeme veya medyayi kullanirken
oldugundan farkli deneyimler olusur. Ve bu farklilik birbirini
besler-gelistirir özellik olarak degerlendirmek icin birebirdir.
Onun icin müzik, edebiyat, koreografi, video, fotograf, konsept
sanati ile ilgilenmek bir yana, ben bu disiplinlerin üretimlerimde
biraraya gelmesi, birbirleri ile etkilesmesi icin caba sarfediyorum.
Insanlar arasindaki karsilasmalar benim icin ne kadar önemli ise,
disiplinlerin birbirleri ile karsilasmasi da o kadar önemli, o kadar
temel bir sey benim icin. Acilmali, tanismali, dokunmali, sevismeli.
Disiplinler de. Sanatcilar da. Karsilasmalarda ve karsilasmalarin
dogurdugu hareketlerde cok güzel potansiyeller ve büyük gücler
barindigina inaniyorum.
Peki
sizin özellikle karsilasmak istediginiz, birlikte calismak
istediginiz sanatcilar var mi? Türkiye’de veya Almanya’da?
Düsüncesinin
bile nefesimi kesecegi sanatcilar var tabi ki. Genc sanatcilara
verdigi destek ile taninan Sezen Aksu’yu yanimda, arkamda, bana
destek hissetmek cok güzel bir rüya mesela. Ama benim yaptiklarimi
taniyip, anlayip icinde bir kipirdi hisseden herkese karsi bir kapi
acacak ‘tanisalim, bakalim’ diyecek bir heyecana sahibim ben. Ve
umuyorum ki bu hep böyle kalir. Bu benim idealimdeki durus, hayat
sekli cünkü.
Su
an bir köyde yasadiginizi söylemistiniz ön görüsmemizde. Bu
durum bahsettiginiz karsilasmalara, bulusmalara ne kadar imkan
veriyor?
Yarama
tuz bastiniz. Evet. Haklisiniz. Su anki hayatim ile idealimdeki
arasinda ciddi bir uyusmazlik var. Özellikle Istanbul’da yasadigim
yillarda kücük bir kasabada, köyde yasamanin hayallerini kurardim.
Bu hayal o hengame icerisinde rahat nefes alma olasiliginin varligi
idi benim icin. Deniz kenarinda, dingin, dis verilerin ruhunu
mütemadiyen cekistirmedigi bir ortam. Esim ile Stuttgart’tan
Bavyera’ya tasindigimizda bu hayale en yakin olasi yeri sectik. Bir
deneyelim dedik bize göremiymis bu hayal. Ve iste kirlara iki,
ormana üc, göllere dört, Tuna nehrine bes adim uzaklikta
tanimadigim ölcüde dingin ve bir o kadar da yalniz bir hayat
yasiyoruz simdi. Neyse ki en yakin kentten gelen otobüslerin son
duragi oturma odamizin penceresinden görülmekte de zayif da olsa
dünyaya bagli oldugumuz duygusunu tam olarak kaybetmemekteyiz.
Bakalim bu durumu nasil cözecegiz? Yakin bir arkadasimiz on odali,
bahcesinde ormani, deresi olan bir ciftlik evi aldi yakin zamanda.
Son otobüs duragindan da ilerlerde. Arasira su halimizi daglayalim
diyesim geliyor. Ayni sekilde bir ev edinelim, es, dost, sanatci,
düsünür bizde bulussun, cocuklar bahcede oynarken biz konusup,
tartisip, üretelim diyorum. Ama saniyorum büyük bir kentte kücük
bir apartman katinda yasayip harekete dair olmak daha gercekci.
Bakalim, hayat ne getirecek?
Tabi
ki bu ortamin getirdigi avantajlara farketmeden alisiyor insan. Ve
belki de büyük bir sehire tasindigimizda bunlari ariyacagiz.
Cifltlikten taze et, süt, yumurta alabilmek, cocugunuzun daha dogal
beslendigini bilmek; göl kenarinda hayatta dert yokmus duygusu ile
hiclige dalmak, cocugun yogun dis uyarimlara maruz kalmadan dingin
bir karakter gelistirebilmesi –ki evde televizyonumuz da yok;
Karsilastiginiz bütün yüzleri taniyor olmak ve sehirin
‘yabanci’sinin varligini unutmak, cocugunuz güvenligi konusunda
tedirgin olmamak ; cocuklar yolda oynuyorsa, yolun iki basina
büyük cocuk oyuncagi koyup, arabalari sokaga girerken uyarma
hakkini kendinde görmek ...vs. Tabi ki bunlar cok güzel. Ama
tesadüfleri, karsilasmalari o kadar aza indirgiyor ki bu hayat
sekli, bazen yasiyor muyum ben sorusunu sorma ihtiyaci duyuyorum
kendime. ‘Yasiyorsam bir sinyal ver !’
Annelik
nasil degistirdi sizi?
Annelik!
Ah annelik! Su an benim konum bu tabi ki. ‚Kadin’ her zaman konum
olmus idi. Simdi ise: ‚Anne’. Bir arkadasim espiri ile insanaligi
üce ayirdigini söylemisti: Kadin, erkek ve anne diye. Hak
veriyorum.
Degistim
mi? Ne kadar degistim? Henüz saglikli bir yorum yapmak icin sahip
olmam gereken mesafeden göremiyorum kendimi. Ve hatta ‚benim hala
kirkim cikmadi galiba’ diyorum ara sira. Kim bilir belki de bu
haller ile gecirecegim ömrümün geri kalanini? Kirki cikmamis
haller ile. Cok duygulu, cok duyarli, sinirleri cabuk yipranan, her
an aglamakli…
En
önemli ikinci degisiklik ‚zaman’ olsa gerek. Artik benim
zamanimi talep eden bir insan var. Ve bu kisiye bu zamani vermek gibi
bir sorumlulugum var. Neyse ki zamanimin yüzde yüzünü talep
etmedigi müddetce –ki artik o dönemleri arkada biraktik- cok haz
aliyorum cocugumla gecirdigim zamandan. Ama dogruya dogru eskiden,
günde 10-16 saat calisabiliyorken, hayatta istemek yeterli, hersey
yapilir diye düsünür idim. Simdi ise biraz pragmatik, biraz
stratejik davranmayi ögrenmem gerektiginin ayrimina varip duruyorum.
Önceliklerimi iyi belirlemem, zamanimi iyi planlamam gerek. Cünkü
önce ‘o’. Ve hatta uyku saatlerimi dahi o belirliyor. Oglumun
tek zorlugu uykusunun hafif ve düzensiz olusu idi hep. O uyuduktan
sonra ben yanlislikla uyanik kaldiysam, o gece veya ertesi gün bu
bana pismanlik, bitkinlik ve cökmüslük olarak geri dönüyordu.
Oysa ki. Onun benden daha fazla uykuya ihtiyac duydugu kesindi. Yani
ben bir iki saat kitap okuyabilir, müzik dinleyebilir, yazi
yazabilir, esimle muhabbet edebilirdim. Ama hayir. Cok kisa bir süre
sonra ögrendim ki ben önce günlük gerekli gece uykumu saglama
almak zorundayim. Ve böylece her gün oglum ile saat yedi sekiz gibi
uyur oldum. Dogal olarak kendiliginden iki üc gibi de uyanir. O
saatten sonra evimi toparlayip, temizledim, cöpü döküp,
camasirlari yikadim. O saatten sonra calismaya basladim. Yani gece
saat iki üc gibi güne basladim. Ve bu hala böyle. Cünkü bu
sekilde, cok hassas oldugum uyku ihtiyacimi karsilayip, yipranmadan
onun her aglamasina, gece ihtiyaclarina cevap verebiliyorum.
Peki
en önemli ilk degisiklik nedir?
Bir
heykeltras ciddi bir hassasiyetle bedeninizin gögüs hizasindan
ikinci bir beden yontup cikariyor sanki. Ve bunu disari birakiyor. Ve
artik iki bedenlisiniz. Ortaniz oyuk. Ikinci bedeni bütün
deneyimlerinizlerinden faydalanarak koruyamiyorsunuz. Oysaki o
bedenin sizin oldugunuzdan cok daha hassas bir yapida olduguna
inaniyorsunuz. Üstelik onun gelisimi icin ‚Korumak’- korunuyor
olmak ne kadar dogru, ne kadar yanlis tekrar tekrar tartip bicip
karar vermeniz gerekiyor. Tekrar tekrar. Her an. Her durum. Her
gelisim icin. Tekrar tekrar.
Her
seyi cok ciddiye aliyorsunuz. Ki ciddiye almaniz gerekiyor. Ancak
serin kanli olmayi ögrenmeniz sart. Önem verirken önem vermiyor
gibi rahat olmayi. Zamaninda alinacak hic bir önlemi kacirmazken,
sanki alinacak hic bir önlem yokmus rahatligi ile yasamayi,
eglenmeyi, cocugunuzla, dünya ile sevismeyi. Cocugunuza güven,
sevgi, uyum ve dikka konularinda örnek olmayi.
Peki
bu degisiklik sadece annede mi görülüyor diye düsünüyorsunuz?
Kadinin
anneligi bedensellik ile basliyor. Istese de istemese de anne. Hersey
adim adim. An be an degisiyor. Olusuyor. Hormonlar yön veriyor.
Erkegin babaligi ise karakteri ile. Yani erkegin baba olmak istemesi
ve kendini bu durusa yönlendirmesi, egitmesi gerekiyor. Yoksa
toplumun ön gördügü eve parayi getiren adamdan öteye bir degisim
yasamadan hayatini geciren pek cok babanin varligina inaniyorum ben.
Peki
anne olusunuz sanatiniza yansiyor mu?
Hic
yansimaz mi? Sen ne isen, ürettigin ondan alir gücünü. Bu kadar
degisiklik yasayip, ürünün ayni kalmasi söz konusu bile olamaz.
Kaldi ki ben sanatci olmanin bir hayat durusu olduguna inaniyorum.
Sanatci durusunu arar. Gelisme cabasi icindedir. Olusma. Olma. Ki
hayatin icinden gecerken, hayatin kendi icinden süzülmesine,
parcalar birakmasina izin versin. Ki sonra bunlari kendinin eyleyip,
gelistirip, büyütüp, pesinden agactan elma koparir gibi koparip
koparip elmalari hayata sunsun. Bir annenin süzgecine takilacaklar
ve bir annenin hayata sunacagi elmalar tabi ki farkli bir tadda
olacaktir.
Almanya’da
yabancı bir kadın sanatçı olmanın zorluklarını hissediyor
musunuz?
Batı
kültüründeki kadının yeri bana her zaman çekici gelmiştir.
Kadın-erkek eşitliği, kadının özgürlüğü. Bu Bati’ya
yönelisimin en büyük sebebi olsa gerek hatta. Ancak anne’nin
ensesine sinmis problemler ve bunlarin boyutlarini anne olmadan önce
hayal bile edemiyor olusumu gördüm. Ve ilginctir, cok okumama
ragmen, kitaplar araciligi ile de tanismamisim bu konular ile.
Almanya
ne kadar gelismis bir ülke olursa olsun, kadina anneye vermesi
gerektigine inandigim destekte zayif kalmis olduguna görüyorum. Ben
Alman kadinin güclü olduguna inanirdim. Relativ olarak sahip
olduklari gücün ayrimdayim tabi ki. Ancak artik inaniyorum ki Alman
kadini da, saglikli bir toplumun var olmasi icin, sahip olmasi
gereken degerin ve gücün cok altinda bir hayat yasiyor. Calisan
annenin isi cok zor. Sanatci annenin isi ise cok daha zor. Maddi,
manevi güce sahip kisi, kurum ve kuruluslardan ona inananlari,
destegini esirgemeyenleri olmadigi müddetce sanatci anne yok olmaya
birakilmis yürüyemeyen bir attan farkli degil.
Eskiden
param yoksa yürür giderim gidecegim yere derdim. Simdi sirtimda
annelik yüküm ile yürüyerek gidebilecegim mesafeler cok kisaldi.
Eskiden ocagimda corbam olsun yeter derdim, simdi cocugumun sagligi
icin maddi hic bir seyi esirgemeyecek bir güce sahip olmam
gerektigine inaniyorum.
Almanya’daki
Türk kadınına neler söyleyeceksiniz? Namus cinayetleri, zorla
evlilikler?
Kadinin
güclenmesi gerek. Sertlesmesi, hoyratlasmasindan bahsetmiyorum.
Sevgi, ask dolu, özgüvenli, merhametli, saygili kadindan
bahsediyorum. Ki onun elinde yetisen cocuklar da gercek anlamda güclü
olsunlar. Ancak olsun deyince olmuyor bu isler. Tabi ki herkes güclü
olmak, ask icinde yasamak ister bu hayati. Ama herkesin cikis
noktasi, hayatindaki parametreler ayni degil. Tabi ki her anne baba
cocugunu mutlu görmek ister, ancak bunu nasil ve ne kadar
saglayabilecegi onlarin kendi özellikleri ve gelismislikleri ile
orantili. Hangi anne baba normal kosullarda cocugunu öldürdürt,
kizinin istemedigi bir kisi ile bir hayat boyu birlikte yasamasini
öngörür? O insanlarin asamadiklari bazi ön veriler var tabi ki.
Kendi hayat hikayeleri ile getirdikleri. Bu ön verileri zayiflatmak
üzere yapilabilecek pek cok sey olduguna inanmak istiyorum. Ve
biliyorum ki bu pek cok seyin ortak paydasinda ‘Kadini
güclendirmek’ yatiyor. Kadini güclü toplumlar yaratmamiz gerek.
Kadina destek vermek, kadini güclü kilmamiz gerek. Kadinin oldugu
gibi erkegin de kadin yanini güclendirmemiz gerek. Gercek güclerden
bahsediyorum, göstermeliklerden degil. Olgun duruslardan
bahsediyorum.
Erkegin
kadina destek vermeyebilecegini hadi anladim diyelim. Ki bunun tek
sebebi o erkegin kisa görüs mesafesidir. Cünkü kadini güclü
kilmak üc adim sonra erkegi, ve toplumu mutlu kilmak anlamina gelir.
Ancak kadinlarin birbirlerine destek olmayislari ve hatta
birbirlerinin yolunda köstek, engel olusturmalari cok aci. Tabi ki
bunun da sebebi yine zayif kadin. Hayatta yerini, degerini
kazanamamis, idealleri ile kendi hayatinda doyumlu bir sekilde
ilerleyemedigi icin kendini diger kadinlarla kiyaslama ihtiyaci duyan
kadin. Ve diger kadinlara degil destek vermek, onlari geriye cekmeye
calisan kadin. Cok üzücü bir durum. Cünkü kadinlar güclü
olduklari müddetce birbirlerini güclerine destekleyebilir coka
katlayabilirler. Ben güclü kadini, güclü olan kadini seviyorum.
Kendimde de cevremde onu ariyorum. Ona ulasmak icin kendime ve
cevreme destek vermek gibi bir derdim var. Ve bu dert az ya da cok
herkesde olmali.
Sizin
için vatan neresi?
Kendimi
evimde hissettiğim yer. Ben olabildiğim, kendimi
gerceklestirebildigim, özgürce ifade edebildiğim yer. Bir önceki
sorunuzun cevabindan sonra ‚Kadini güclü olan toplumlar’ demek
geciyor icimden. Neresi acaba orasi, oralar?
Projeleriniz
içinde Türkiye var mı?
Türkiye’de
yasamak kısa süre için son derece besleyci ve renkli. Ancak benim
icin uzun vadede cok zor. Cok güclü bir zırha, kalın bir deriye
sahip olmam gerek ki Türkiye’de yasayabileyim. Benim tenim ise
adeta zardan. Hani zaten tenim pek bir ince idi oldum olasi. Ancak
sanat ile ugrasmak demek bu teni adeta kulak zari inceligine
ulastirmak demek oldu. Ki bütün bedenim ile duyulmasi nerdeyse
imkansiz olan tinilari, düsünceleri duyabileyim, algilayip,
yorumlayabileyim. Bu kolay tasinir bir özellik degil. Cünkü
hassasiniz. Aciksiniz. Ve incinebilirsiniz. Kendimi korumam gerek,
Türkiye ise cok sesli olabiliyor. Avrupa ise bu noktada daha bir
korunmuş ortam sunuyor bana ve sanatci kisiligime. Uzun yillar
yurtdisinda yasadiktan sonra Türkiye’ye dönüs yapmis sanatci
arkadaslarimin pek cogu bu konuda pek sikintili mesela.
‚Kırmızı
Mürekkep-Kan Fali’ adlı fotoğraf serginizin acilis hazirliklari
icerisindesiniz. Kiskirtici bir konu seçmissiniz?
Kiskirtici
bir konu arayis icerisinde oldugum icin secmedim bu konuyu, hayatin
en dogal ve en cok saygi duyulacak konulari arasinda gördügüm bir
konunun pek cok kisiyi rahatsiz ettigini görmüs olmam projenin
dogmasina sebep oldu. Kirmizi Mürekkep adet kani fotograflarindan ve
bu fotograflara eslik eden kadin siirlerimden olusmakta. Türk kadını
adet gördüğü zaman ‚kirlendim’ ya da ‚hastalandım’ der.
Hatta bir arkadaşım bunun gerçek kan olmadığını söyledi.
Allah Allah. Nasil yani? Neden kirli, neden hasta? Hayatta
tanrisalliga en yakin kan bu kan. Yeni nesili dünyaya hazirlayip
yetistiren. Toprak kadar bereketli. Hani kendi adet kanlarindan
rahatsizlik duyan kadinlar veya kadinin adet kanindan rahatsizlik
duyan erkekler ciddi cinsel motivasyon eksikligi gibi bir
rahatsizliga sahip olsalar anlasilir bir durum olacak. Ancak yoksa.
Bu ne perhiz ne lahana tursusu?
2009’da
sanatçı Ninel Çam’ı neler bekliyor?
Bir
albümüm geliyor. İki sergim açılıyor. Üc edebiyat turlarına
devam etmek istiyorum. Türk edebiyatının klasiklerini Almanca
yayınlayan Union Yayınevi’nin programı kapsamında Recai Hallaç
ile birlikte yaptığımız müzikli okuma akşamı çok keyif
vericiydi. Devaminin gelmesini diliyorum.