Dienstag, 11. Mai 2010

Işın Sigel Almanya'da Türk Olmak


Bestekar, yorumcu, koreograf, video-performans-konsept sanatcisi bir mimar: Ninel Çam




Röportaj: Işın Sigel
"Aaa, Siz Hiç Türklere Benzemiyorsunuz" isimli kitabından 
  • Verlag: ÖZ YAPIM oHG; (15. März 2009)
  • Sprache: Türkisch
  • ISBN-10: 3981217047




Ninel Çam mimarlık eğitimi için Almanya’ya gelmiş. Şiir ve müzik tutkusu tesadüfler de yardımcı olunca ülkede mimar olarak değil belki ama bestekar ve yorumcu olarak ün salmasına yol açmış. Almanya’da edebiyat akşamlarında yazar ve şairlere müziği ve performans sanati ile eşlik eden genç sanatçı evli ve bir çocuk annesi. Uzun yıllar Stuttgart kentinde yaşadıktan sonra eşinin mesleği gereği Ingolstadt yakinlarina taşınan, çok sevdiği müzik ve şiire hamile kaldıktan sonra bir dönem ara veren sanatçı İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi son sınıftan Stuttgart Üniversitesi’ne yatay geçiş yapmış.


Bir kaldırımin kenarinda oturan çocuğun gözlerinde gördüklerim şarkılarıma yansiyacak. Kulaklarımda cinlayan şarkılar koreografilerimde harekete dönüsecek. Hareketler düsüncülere. Düsünceler film karelerine. Kullandigim her malzeme, ürettigim her proje bir digerini besleyecek. Hayat beni besleyecek. Ben hayati.’ sözleriyle neden farkli disiplinlerin birbirleri ile karsilastigi alanlarda calisiyor oldugunu aciklayan sanatci Ninel Çam Kent Masalı adlı müzik grubuyla sayısız konserler vermekte. Grup ‚Od’ adlı albümün ardından 2009’da ikinci albümü çıkarmaya hazırlanıyor.


Ninel Cam’in yolda olan ikinci proje ise ‚Kımızı Mürekkep-Kan Fali’ baslikli fotograf sergisi. Sanatcinin kadinin evrensel durusu ile ilgilendigi bu proje konsept sanatinin fotograf, edebiyat ve performans sanatlari ile bir bulusmasi.
Şarkılarını ve şiirlerini ağırlıklı olarak Türkçe aktaran sanatçı, duygularını yapıtlarında dışa vurarken Almanca’da zorlandığını söylemekten çekinmiyor ve bu durumu bir dezavantaj olarak görmedigini belirtiyor. ‚Bu sekilde Türk olmayan dinleyicilere daha genis bir fantazi dünyasi aciliyor.’ diyor.
Ninel Çam’ın hayatı aslında göç üzerine kurulu. Ilkokuldan sonra Malatya’da anne babasından ayrılıp 11 yaşında İzmir’de yatılı okumuş. Ardından Fen Lisesi’nde okumak için Ankara’ya geçmiş. Üniversite egitimini Istanbul, Stuttgart/Almanya ve Nancy/Fransa’da almis. ‚Ben olabildiğim yer benim evim’ diyen çok yönlü sanatçı Ninel Çam ile batılı ögelerle karsilastirdigi Anadolu ve Azeri türküleri, müzik grubu Kent Masalı, kadın, siir, annelik, eğitim üzerine Stuttgart-Ingolstadt hattında telefonla söyleştik:


Sürekli kent ve ülke değiştirmişsiniz.
Evet. Kendimi bildim bileli şehir değiştiriyorum. Sürekli bir göç halindeyim. 22 yasinda iken 22 kere tasinmis oldugumu farkedip bu durumu anlamlandirmaya calistigimi hatirliyorum. Hala yerlesik düzene gectigim söylenemez. Bir sene sonra hangi ülke veya hangi sehirde olacagim düsüncesi hep bilinmez ve hep aktuel benim icin. Almanya’da yasiyor gibi görünsemde, bir ayagim hep Türkiye’de. Yilda 3-4 kere Türkiye’ye ailemi görmeye geliyorum. Cocuk sahibi olunca Türkiye seyahatlerim daha bir önem kazandi. Ailem ve cocucugum arasinda güclü bir iliski olmasini ancak bu sekilde saglayabilirim diye düsünüyorum. Bu durum da yerlesik düzeni desteklemiyor.


Türkiye’de üniversitede okurken Stuttgart üniversitesine geçmeyi neden istediniz?
Mimar Sinan Üniversitesi son siniftayken aldigim bir dil ögrenim bursu ile Almanya’ya geldim. Yatay geçiş isteği o zaman başladı. Almanya’daki egitim sisteminin sundugu imkan ve fırsatlar cok cezbediciydi. Ögrenmek isteyene her türlü imkanin sunuldugu, her türlü destegin verildigini gördüm. Ögrencinin ve özellikle ögrenmek isteyenin bas taci edildigini. Almanya’da nerdeyse ücretsiz olan yüksek egitimin kalitesinin cok yüksek oldugunu düsünüyorum. Bu durumu kaciramazdim. Kacirmamaliydim. Ben de geldim. 1998 yilinda Stuttgart Üniversitesi’ne yatay gecis yaptim. Cok genis yelpazede egitim alma imkanini bu sekilde yakalamis oldum. Mimarlik ve pek cok diger disiplinin karsilastigi alanlarda projeler yapmaya basladim: Sanat, edebiyat, video, performans…vs. Bu arada Sokrates bursu ile de bir yil da Fransa’da Nancy ve Paris’de egitimime devam ettim. Fevkalade memnunum bu durumdan.


Almanya sizin için neyi sembolize ediyor?
Almanya benim için yetişkin olmayı, ayaklarımın üzerinde durmayı ve özgürlüğü sembolize ediyor. Almanya’da yaşamaya karar verdiğim zaman, ailemden uzakta yaşamayı ve maddi acidan mutlak olarak kendi sorumlulugumu almayi da kabul etmiş oldum. Artık kimsenin destegini hesaba katamayacaktim. Kolay olmayacakti. Biliyordum. Ama kanatlarımı açıp, uçacaktim. Ve bu duygu hayatımdaki en güzel hislerden biriydi. Almanya bu nedenle benim için özgürlük kazanmayı ifade ediyor.


Peki Fransa?
Fransa benim icin öz güveni sembolize ediyor. Belki de ben Fransa’yi böyle yasadim. Artik ucmak degildi Fransa’da konum. Ucmaktan haz almakti. Bir seyi ögrenmek degil, üretime gecmek.
Almanya’da öz elestiriden destek alan gelisimim, Fransa’da bunu bir kenara birakmayi ögrendi. Ki bu da önemli bir gelisim idi benim icin. Özellikle sanatci yanim icin. Almanya’nin kültüründe var olan öz elestiri bir müddet sonra dekonstruktiv olabiliyor cünkü. Ayni sey benim icin de gecerli. Tam olmadan, hazir olmadan dünyaya acilabilinecegini, ve bu aciklik icinde pek cok seyin ögrenilecegini gösterdi bana Fransa ve Fransa’da gerceklestirdigim projeler.
Cocuk annesi olarak kücük bir yerde yasamanin avantajlari olsa gerek.
Ama hayir. Sanmiyorum. Olmamali. Yazik olur ‚cool’ hallerime, pek cekici idi onlar.
Kirmizi Mürekkep ile herkesin kendinde var ise bu rahatsizligin ayrimina varmasi, ve derinlerde yanlis ekilmis tohumlarin varliginin ayrimsanmasi benim hedefim. Kirmizi Mürekkep ile ilgili daha genis kapsamli bilgiye web sayfamdan ulasmak mümkün olacak: www.ninel.de
Peki Türkiye?
Türkiye benim ailem. Annem, babam, kardeslerim, köklerim. Baslangic noktam. Benim belirlediklerim degil, belirlenmis olanlar. ‚Onlar sayesinde’ler. ‚Onlara ragmen’ler. Ne kadar barisik olsam veya olamasam da hayatta beni mutlu görmek isteyeceklerinden ve bunun icin ellerindekilerini ardlarina koymayacaklarina emin oldugum kisiler. Bana güvendikleri müddetce her halukarda kazanacaklarini ögrenmeleri, bana güvenmedikleri müddetce her halukarda kaybedeceklerini bilmeleri sart olanlar.


Mimarlık eğitimi için gelmişsiniz. Diplomayı aldınız ama adınızı müzikle duyurdunuz? Müziğe nasıl başladınız?
Gerçekten de mimar olduğumu bilen azdir. Stajlar dışında çalışmadım da. Üniversitede okurken sanat dünyasına girdim. Yazi, müzik ve dans hayatımin vazgeçemediğim önemli parçalari. Hayatimi bunlarsiz düsünemiyorum. Ancak profesyonel olarak sanat üretiyor olmam bir raslanti sonucu. Gerci hayatta ne raslanti degil ki! Bu rastlantiya sebep tatli cadi iksirimin tarifi ise: Alman bir arkadas, Italyan bir asci, Rus bir piyanist, Fransiz özgüveni ve Azeri türküler. Derken bir de baktim yol kenarinda bir tabela: ‚Hosgeldin Ninel, bu yol senin yolun’ diyor. Biraz korkuyorum dogruya dogru. Hayatin bana bu kadar direk hitap ettigini yasamamistim hic. Ama ‘Hadi bakalim’ diyorum, sonunda baskalarinin degil de kendi yolumda yürüyecek olmanin mutlulu icinde ilerlemeye basliyorum. Merakli, heyecanli ve ‘Ben’ olarak.


Kent Masalı da tatli cadi iksirinin bir sonucu mu?
Evet. Tabi ki. Iksirden önce gözle görünür hic bir sey yoktu. Birikiyordum sadece. Izliyor, gözlemliyor, ögreniyor, yasiyor, cikarimlarda bulunuyordum. Yani haznelerimi dolduruyordum.Iliskilerim olusuyor gelisiyor idi. Derken ‘Hosgeldin’ tabelasi cikti karsima ve bana yol gösterdi. Bu yol üzerinde Maiki Mai ile tanistim. Bu tanisma Kent Masali’nin kurulmasi icin ilk rastlanti idi. Ögrencilige veda partisi düzenlemistim. O siralar Almanya’da bulunan kardesimin yardimi ile gece dev bir sölene dönüstü. Arkadaslar. Arkadaslarin arkadaslari. Ve onlarin arkadaslari o gece bizi buldu. Spontan gelisen cok coskulu bir geceydi. Gelen misafirlerimizden biri de bir elinde bir vietnam yemegi, diger elinde udu ile gelen Maiki idi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Maiki ile dogaclamaya karar verdik. O benim Türk oldugum icin ud ile dogaclamakta hic zorlanmayacagimi düsünüyordu. Ben ise udu cok uzaktan taniyordum ve hatta taniyor olmadigimi düsünüyordum. Ama denedik. Ve büyülendik. Sadece biz degildik büyülenen. Adeta mekana büyü gazi vermislerdi ve herkes o kalabalikta issiz bir cöle dagilmisti. Bunun üzerine birlikte calismamiz gerek ve sartti. Maiki beni agirlikli olarak elektronik gitar üzerinde deneysel calismalari ile taninan Thomas Maos ile tanistirdi. Bulusup saatlerce dogaclar olduk. Derken konserlerde bulusur ve saatlerce dogaclar olduk. Bir müddet sonra grubumuza elektronigi perkussiyona entegre eden Jörg Bielfeldt katildi. Ve yavas yavas parcalar kristalize olmaya basladi. O gün bugündür Kent’in Masallarini ariyoruz ve seyirci karsisindayiz. Besteler sözler bize ait. ‘Od’ adli albumumüzü cikarali epey oluyor. Benim cok zor gecen hamileligim ve annelik biraz aldi hizmizi. Ancak simdi cosku ile yeni albümümüz üzerinde calisiyor ve 2009 da piyasa cikarmayi planliyoruz.


Ne tür müzk yapıyorsunuz?
Bilmiyorum. Hakkatten bilmiyorum. Hangi kategoriye sokmali müzigimizi? Etnik ögelerden, olabildigince sade kullanmaya özen göstersek de, hoslaniyoruz. Experimentel, yani deneysel calisiyor olmak cok önemli bizim icin. Üretim seklimiz deneysellik üzerine kurulu ve elektronik müzik bu noktada önemli bir ayak olusturmakta. Elektro-Etno-Experimentel desek? EEE Müzik!


Sarkılarınızı hangi dilde seslendiriyorsunuz?
Parcalarimiz agirlikli olarak Türkce. Almanca ve Fransizca parcalarim da var. Ancak Türkce de oldugum kadar rahat edemiyorum bu dillerde. Oysa ki cok kereler denedim. Ve deneyecegim. Ancak hep Türkce’ye meyil gösteriyorum. Belki de Türkce bilmeyen müzisyenler ile calisiyor olmanin bir sonucu bu. Ben onlara tercüme etmedikce ne söyledigimi anlamiyorlar. Ben de rahat rahat herseyi deneyebiliyorum. Birlikte ayni mekanda olmakla birlikte, ciplak dolasirmiscasina rahatim, imgelerim ile bir cocuk gibi utanmadan cekinmeden oynayabiliyorum, onlar bunlari görmüyorlar. Sadece cikardigim seslerin, hecelerin, tonlarin keyfini yasiyorlar, kelimelere ve imgelere takilmadan. Ki ben bu keyfi anliyorum. Bilmedigim ve olmayan bir dilde besteledigim sarkilarimiz var, cok sevdigim. Benim bu sarkilarda yasadigim hazzi yasiyor olmalilar. Ki bu hazzi asimsamak istemem. Konserlerimize gelen türkce bilmeyen genis bir dinleyci kitlesi var. Saniyorum bu dinleyicileri Türkceyi bilmemek veya hakim olmamak rahatsiz etmiyor, ve hatta bu durumun tadini cikariyorlar. Müzik onlari kendi fantazilerine daha cok alan taniyan bir aleme götürüyor. Sinema ile kitap arasındaki fark gibi belki de. Kitap okurken herşeyi sen hayalinde kurarsın, fantazi gücün daha aktiv bir sekilde çalışır. Kitapta güzel kadini sen yaratirsin, filmde güzel kadin belirlenmistir. Hani birini digerinden daha yeg tuttugum icin söylemiyorum bunu. Ancak her iki durumun kendine göre avantajlari oldugunu anlatmak istiyorum. Bir dili anlamak kadar anlamamanin da.


Kendinizi sanatçı olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Bence sanatci ne ürettigi degil ne oldugudur. Ikiyüz ücyüz yil önce sanatcinin ürettigi cok önemli idi belki. Ancak ben su günün sanatini ve sanatcisinin daha farkli tanimlandigina bir el iscisinden ziyade bir düsünüre daha yakin durduguna inaniyorum. Böyle olunca sanatcinin hangi malzemeyi nasil kullandigi ikinci planda kaliyor dogal olarak. Sanatcinin süzgecine takilmis, onun bedeninden beslenmis bir tohumu sanatci bir cizimle de disa vurabilir, bir video, bir sarki, bir performans ile de. Kaldi ki bir malzemeyi veya medyayi kullanirken, diger bir malzeme veya medyayi kullanirken oldugundan farkli deneyimler olusur. Ve bu farklilik birbirini besler-gelistirir özellik olarak degerlendirmek icin birebirdir. Onun icin müzik, edebiyat, koreografi, video, fotograf, konsept sanati ile ilgilenmek bir yana, ben bu disiplinlerin üretimlerimde biraraya gelmesi, birbirleri ile etkilesmesi icin caba sarfediyorum. Insanlar arasindaki karsilasmalar benim icin ne kadar önemli ise, disiplinlerin birbirleri ile karsilasmasi da o kadar önemli, o kadar temel bir sey benim icin. Acilmali, tanismali, dokunmali, sevismeli. Disiplinler de. Sanatcilar da. Karsilasmalarda ve karsilasmalarin dogurdugu hareketlerde cok güzel potansiyeller ve büyük gücler barindigina inaniyorum.


Peki sizin özellikle karsilasmak istediginiz, birlikte calismak istediginiz sanatcilar var mi? Türkiye’de veya Almanya’da?
Düsüncesinin bile nefesimi kesecegi sanatcilar var tabi ki. Genc sanatcilara verdigi destek ile taninan Sezen Aksu’yu yanimda, arkamda, bana destek hissetmek cok güzel bir rüya mesela. Ama benim yaptiklarimi taniyip, anlayip icinde bir kipirdi hisseden herkese karsi bir kapi acacak ‘tanisalim, bakalim’ diyecek bir heyecana sahibim ben. Ve umuyorum ki bu hep böyle kalir. Bu benim idealimdeki durus, hayat sekli cünkü.


Su an bir köyde yasadiginizi söylemistiniz ön görüsmemizde. Bu durum bahsettiginiz karsilasmalara, bulusmalara ne kadar imkan veriyor?


Yarama tuz bastiniz. Evet. Haklisiniz. Su anki hayatim ile idealimdeki arasinda ciddi bir uyusmazlik var. Özellikle Istanbul’da yasadigim yillarda kücük bir kasabada, köyde yasamanin hayallerini kurardim. Bu hayal o hengame icerisinde rahat nefes alma olasiliginin varligi idi benim icin. Deniz kenarinda, dingin, dis verilerin ruhunu mütemadiyen cekistirmedigi bir ortam. Esim ile Stuttgart’tan Bavyera’ya tasindigimizda bu hayale en yakin olasi yeri sectik. Bir deneyelim dedik bize göremiymis bu hayal. Ve iste kirlara iki, ormana üc, göllere dört, Tuna nehrine bes adim uzaklikta tanimadigim ölcüde dingin ve bir o kadar da yalniz bir hayat yasiyoruz simdi. Neyse ki en yakin kentten gelen otobüslerin son duragi oturma odamizin penceresinden görülmekte de zayif da olsa dünyaya bagli oldugumuz duygusunu tam olarak kaybetmemekteyiz. Bakalim bu durumu nasil cözecegiz? Yakin bir arkadasimiz on odali, bahcesinde ormani, deresi olan bir ciftlik evi aldi yakin zamanda. Son otobüs duragindan da ilerlerde. Arasira su halimizi daglayalim diyesim geliyor. Ayni sekilde bir ev edinelim, es, dost, sanatci, düsünür bizde bulussun, cocuklar bahcede oynarken biz konusup, tartisip, üretelim diyorum. Ama saniyorum büyük bir kentte kücük bir apartman katinda yasayip harekete dair olmak daha gercekci. Bakalim, hayat ne getirecek?

Tabi ki bu ortamin getirdigi avantajlara farketmeden alisiyor insan. Ve belki de büyük bir sehire tasindigimizda bunlari ariyacagiz. Cifltlikten taze et, süt, yumurta alabilmek, cocugunuzun daha dogal beslendigini bilmek; göl kenarinda hayatta dert yokmus duygusu ile hiclige dalmak, cocugun yogun dis uyarimlara maruz kalmadan dingin bir karakter gelistirebilmesi –ki evde televizyonumuz da yok; Karsilastiginiz bütün yüzleri taniyor olmak ve sehirin ‘yabanci’sinin varligini unutmak, cocugunuz güvenligi konusunda tedirgin olmamak ; cocuklar yolda oynuyorsa, yolun iki basina büyük cocuk oyuncagi koyup, arabalari sokaga girerken uyarma hakkini kendinde görmek ...vs. Tabi ki bunlar cok güzel. Ama tesadüfleri, karsilasmalari o kadar aza indirgiyor ki bu hayat sekli, bazen yasiyor muyum ben sorusunu sorma ihtiyaci duyuyorum kendime. ‘Yasiyorsam bir sinyal ver !’


Annelik nasil degistirdi sizi?
Annelik! Ah annelik! Su an benim konum bu tabi ki. ‚Kadin’ her zaman konum olmus idi. Simdi ise: ‚Anne’. Bir arkadasim espiri ile insanaligi üce ayirdigini söylemisti: Kadin, erkek ve anne diye. Hak veriyorum.
Degistim mi? Ne kadar degistim? Henüz saglikli bir yorum yapmak icin sahip olmam gereken mesafeden göremiyorum kendimi. Ve hatta ‚benim hala kirkim cikmadi galiba’ diyorum ara sira. Kim bilir belki de bu haller ile gecirecegim ömrümün geri kalanini? Kirki cikmamis haller ile. Cok duygulu, cok duyarli, sinirleri cabuk yipranan, her an aglamakli…
En önemli ikinci degisiklik ‚zaman’ olsa gerek. Artik benim zamanimi talep eden bir insan var. Ve bu kisiye bu zamani vermek gibi bir sorumlulugum var. Neyse ki zamanimin yüzde yüzünü talep etmedigi müddetce –ki artik o dönemleri arkada biraktik- cok haz aliyorum cocugumla gecirdigim zamandan. Ama dogruya dogru eskiden, günde 10-16 saat calisabiliyorken, hayatta istemek yeterli, hersey yapilir diye düsünür idim. Simdi ise biraz pragmatik, biraz stratejik davranmayi ögrenmem gerektiginin ayrimina varip duruyorum. Önceliklerimi iyi belirlemem, zamanimi iyi planlamam gerek. Cünkü önce ‘o’. Ve hatta uyku saatlerimi dahi o belirliyor. Oglumun tek zorlugu uykusunun hafif ve düzensiz olusu idi hep. O uyuduktan sonra ben yanlislikla uyanik kaldiysam, o gece veya ertesi gün bu bana pismanlik, bitkinlik ve cökmüslük olarak geri dönüyordu. Oysa ki. Onun benden daha fazla uykuya ihtiyac duydugu kesindi. Yani ben bir iki saat kitap okuyabilir, müzik dinleyebilir, yazi yazabilir, esimle muhabbet edebilirdim. Ama hayir. Cok kisa bir süre sonra ögrendim ki ben önce günlük gerekli gece uykumu saglama almak zorundayim. Ve böylece her gün oglum ile saat yedi sekiz gibi uyur oldum. Dogal olarak kendiliginden iki üc gibi de uyanir. O saatten sonra evimi toparlayip, temizledim, cöpü döküp, camasirlari yikadim. O saatten sonra calismaya basladim. Yani gece saat iki üc gibi güne basladim. Ve bu hala böyle. Cünkü bu sekilde, cok hassas oldugum uyku ihtiyacimi karsilayip, yipranmadan onun her aglamasina, gece ihtiyaclarina cevap verebiliyorum.
Peki en önemli ilk degisiklik nedir?
Bir heykeltras ciddi bir hassasiyetle bedeninizin gögüs hizasindan ikinci bir beden yontup cikariyor sanki. Ve bunu disari birakiyor. Ve artik iki bedenlisiniz. Ortaniz oyuk. Ikinci bedeni bütün deneyimlerinizlerinden faydalanarak koruyamiyorsunuz. Oysaki o bedenin sizin oldugunuzdan cok daha hassas bir yapida olduguna inaniyorsunuz. Üstelik onun gelisimi icin ‚Korumak’- korunuyor olmak ne kadar dogru, ne kadar yanlis tekrar tekrar tartip bicip karar vermeniz gerekiyor. Tekrar tekrar. Her an. Her durum. Her gelisim icin. Tekrar tekrar.
Her seyi cok ciddiye aliyorsunuz. Ki ciddiye almaniz gerekiyor. Ancak serin kanli olmayi ögrenmeniz sart. Önem verirken önem vermiyor gibi rahat olmayi. Zamaninda alinacak hic bir önlemi kacirmazken, sanki alinacak hic bir önlem yokmus rahatligi ile yasamayi, eglenmeyi, cocugunuzla, dünya ile sevismeyi. Cocugunuza güven, sevgi, uyum ve dikka konularinda örnek olmayi.

Peki bu degisiklik sadece annede mi görülüyor diye düsünüyorsunuz?
Kadinin anneligi bedensellik ile basliyor. Istese de istemese de anne. Hersey adim adim. An be an degisiyor. Olusuyor. Hormonlar yön veriyor. Erkegin babaligi ise karakteri ile. Yani erkegin baba olmak istemesi ve kendini bu durusa yönlendirmesi, egitmesi gerekiyor. Yoksa toplumun ön gördügü eve parayi getiren adamdan öteye bir degisim yasamadan hayatini geciren pek cok babanin varligina inaniyorum ben.

Peki anne olusunuz sanatiniza yansiyor mu?
Hic yansimaz mi? Sen ne isen, ürettigin ondan alir gücünü. Bu kadar degisiklik yasayip, ürünün ayni kalmasi söz konusu bile olamaz. Kaldi ki ben sanatci olmanin bir hayat durusu olduguna inaniyorum. Sanatci durusunu arar. Gelisme cabasi icindedir. Olusma. Olma. Ki hayatin icinden gecerken, hayatin kendi icinden süzülmesine, parcalar birakmasina izin versin. Ki sonra bunlari kendinin eyleyip, gelistirip, büyütüp, pesinden agactan elma koparir gibi koparip koparip elmalari hayata sunsun. Bir annenin süzgecine takilacaklar ve bir annenin hayata sunacagi elmalar tabi ki farkli bir tadda olacaktir.

Almanya’da yabancı bir kadın sanatçı olmanın zorluklarını hissediyor musunuz?
Batı kültüründeki kadının yeri bana her zaman çekici gelmiştir. Kadın-erkek eşitliği, kadının özgürlüğü. Bu Bati’ya yönelisimin en büyük sebebi olsa gerek hatta. Ancak anne’nin ensesine sinmis problemler ve bunlarin boyutlarini anne olmadan önce hayal bile edemiyor olusumu gördüm. Ve ilginctir, cok okumama ragmen, kitaplar araciligi ile de tanismamisim bu konular ile.
Almanya ne kadar gelismis bir ülke olursa olsun, kadina anneye vermesi gerektigine inandigim destekte zayif kalmis olduguna görüyorum. Ben Alman kadinin güclü olduguna inanirdim. Relativ olarak sahip olduklari gücün ayrimdayim tabi ki. Ancak artik inaniyorum ki Alman kadini da, saglikli bir toplumun var olmasi icin, sahip olmasi gereken degerin ve gücün cok altinda bir hayat yasiyor. Calisan annenin isi cok zor. Sanatci annenin isi ise cok daha zor. Maddi, manevi güce sahip kisi, kurum ve kuruluslardan ona inananlari, destegini esirgemeyenleri olmadigi müddetce sanatci anne yok olmaya birakilmis yürüyemeyen bir attan farkli degil.
Eskiden param yoksa yürür giderim gidecegim yere derdim. Simdi sirtimda annelik yüküm ile yürüyerek gidebilecegim mesafeler cok kisaldi. Eskiden ocagimda corbam olsun yeter derdim, simdi cocugumun sagligi icin maddi hic bir seyi esirgemeyecek bir güce sahip olmam gerektigine inaniyorum.


Almanya’daki Türk kadınına neler söyleyeceksiniz? Namus cinayetleri, zorla evlilikler?
Kadinin güclenmesi gerek. Sertlesmesi, hoyratlasmasindan bahsetmiyorum. Sevgi, ask dolu, özgüvenli, merhametli, saygili kadindan bahsediyorum. Ki onun elinde yetisen cocuklar da gercek anlamda güclü olsunlar. Ancak olsun deyince olmuyor bu isler. Tabi ki herkes güclü olmak, ask icinde yasamak ister bu hayati. Ama herkesin cikis noktasi, hayatindaki parametreler ayni degil. Tabi ki her anne baba cocugunu mutlu görmek ister, ancak bunu nasil ve ne kadar saglayabilecegi onlarin kendi özellikleri ve gelismislikleri ile orantili. Hangi anne baba normal kosullarda cocugunu öldürdürt, kizinin istemedigi bir kisi ile bir hayat boyu birlikte yasamasini öngörür? O insanlarin asamadiklari bazi ön veriler var tabi ki. Kendi hayat hikayeleri ile getirdikleri. Bu ön verileri zayiflatmak üzere yapilabilecek pek cok sey olduguna inanmak istiyorum. Ve biliyorum ki bu pek cok seyin ortak paydasinda ‘Kadini güclendirmek’ yatiyor. Kadini güclü toplumlar yaratmamiz gerek. Kadina destek vermek, kadini güclü kilmamiz gerek. Kadinin oldugu gibi erkegin de kadin yanini güclendirmemiz gerek. Gercek güclerden bahsediyorum, göstermeliklerden degil. Olgun duruslardan bahsediyorum.
Erkegin kadina destek vermeyebilecegini hadi anladim diyelim. Ki bunun tek sebebi o erkegin kisa görüs mesafesidir. Cünkü kadini güclü kilmak üc adim sonra erkegi, ve toplumu mutlu kilmak anlamina gelir. Ancak kadinlarin birbirlerine destek olmayislari ve hatta birbirlerinin yolunda köstek, engel olusturmalari cok aci. Tabi ki bunun da sebebi yine zayif kadin. Hayatta yerini, degerini kazanamamis, idealleri ile kendi hayatinda doyumlu bir sekilde ilerleyemedigi icin kendini diger kadinlarla kiyaslama ihtiyaci duyan kadin. Ve diger kadinlara degil destek vermek, onlari geriye cekmeye calisan kadin. Cok üzücü bir durum. Cünkü kadinlar güclü olduklari müddetce birbirlerini güclerine destekleyebilir coka katlayabilirler. Ben güclü kadini, güclü olan kadini seviyorum. Kendimde de cevremde onu ariyorum. Ona ulasmak icin kendime ve cevreme destek vermek gibi bir derdim var. Ve bu dert az ya da cok herkesde olmali.


Sizin için vatan neresi?
Kendimi evimde hissettiğim yer. Ben olabildiğim, kendimi gerceklestirebildigim, özgürce ifade edebildiğim yer. Bir önceki sorunuzun cevabindan sonra ‚Kadini güclü olan toplumlar’ demek geciyor icimden. Neresi acaba orasi, oralar?


Projeleriniz içinde Türkiye var mı?
Türkiye’de yasamak kısa süre için son derece besleyci ve renkli. Ancak benim icin uzun vadede cok zor. Cok güclü bir zırha, kalın bir deriye sahip olmam gerek ki Türkiye’de yasayabileyim. Benim tenim ise adeta zardan. Hani zaten tenim pek bir ince idi oldum olasi. Ancak sanat ile ugrasmak demek bu teni adeta kulak zari inceligine ulastirmak demek oldu. Ki bütün bedenim ile duyulmasi nerdeyse imkansiz olan tinilari, düsünceleri duyabileyim, algilayip, yorumlayabileyim. Bu kolay tasinir bir özellik degil. Cünkü hassasiniz. Aciksiniz. Ve incinebilirsiniz. Kendimi korumam gerek, Türkiye ise cok sesli olabiliyor. Avrupa ise bu noktada daha bir korunmuş ortam sunuyor bana ve sanatci kisiligime. Uzun yillar yurtdisinda yasadiktan sonra Türkiye’ye dönüs yapmis sanatci arkadaslarimin pek cogu bu konuda pek sikintili mesela.


Kırmızı Mürekkep-Kan Fali’ adlı fotoğraf serginizin acilis hazirliklari icerisindesiniz. Kiskirtici bir konu seçmissiniz?
Kiskirtici bir konu arayis icerisinde oldugum icin secmedim bu konuyu, hayatin en dogal ve en cok saygi duyulacak konulari arasinda gördügüm bir konunun pek cok kisiyi rahatsiz ettigini görmüs olmam projenin dogmasina sebep oldu. Kirmizi Mürekkep adet kani fotograflarindan ve bu fotograflara eslik eden kadin siirlerimden olusmakta. Türk kadını adet gördüğü zaman ‚kirlendim’ ya da ‚hastalandım’ der. Hatta bir arkadaşım bunun gerçek kan olmadığını söyledi. Allah Allah. Nasil yani? Neden kirli, neden hasta? Hayatta tanrisalliga en yakin kan bu kan. Yeni nesili dünyaya hazirlayip yetistiren. Toprak kadar bereketli. Hani kendi adet kanlarindan rahatsizlik duyan kadinlar veya kadinin adet kanindan rahatsizlik duyan erkekler ciddi cinsel motivasyon eksikligi gibi bir rahatsizliga sahip olsalar anlasilir bir durum olacak. Ancak yoksa. Bu ne perhiz ne lahana tursusu?


2009’da sanatçı Ninel Çam’ı neler bekliyor?
Bir albümüm geliyor. İki sergim açılıyor. Üc edebiyat turlarına devam etmek istiyorum. Türk edebiyatının klasiklerini Almanca yayınlayan Union Yayınevi’nin programı kapsamında Recai Hallaç ile birlikte yaptığımız müzikli okuma akşamı çok keyif vericiydi. Devaminin gelmesini diliyorum.