Samstag, 19. August 2023

76. CANNES FİLM FESTİVALİ GÜNCESİ -– 2

 KUTLANAN ve SIRADAN İNSANLAR

-– Hiç belli olmaz

 


Yazan: Ninel Çam

Editör: Melek Diker

 




Film festivali süresince Cannes sokaklarında yürürken ‘bir ünlü ile karşılaşmak’, pek çok insanın Cannes günlerine beyninin bir köşesinden heyecanla eşlik eden bir fikir, bir his. Bundan neredeyse eminim, çünkü otellerde kalan, sokaklarda yürüyen, restoranlarda yemek yiyen, partilere katılan ‘ünlü’ sayısı normal koşulların çok üstünde, kat be kat. Bir süre bu düşünce bana da eşlik etti. Ancak pek güçlenemedi, çünkü… Birincisi, film sektöründe, kamera önünde veya arkasında, çok az ünlü tanıyorum. İkincisi, sahnede birkaç saat boyunca izlediğim biriyle, hemen peşinden dahi olsa tanıştırıldığımda, tanıştırıldığım kişinin sahnede izlediğim kişi olduğunun ayrımına varamıyorum. Bu nasıl bir özürdür tam olarak anlamış değilim. Muhtemelen tiyatroda da, sinemada da, kendimi oyuncuların oynadıkları rollere kaptırıyor, oyuncuları rollerinden bağımsız idrak edemiyorum. Oyuncuların oynadıkları rollerle, kişiliklerle tanışmış olmak, o oyuncuları sokakta tanıyacağım anlamına gelmiyor, çünkü oyunları veya filmleri üzerinden gerçek kişilik ve halleriyle tanışmış olmuyorum. Bu belki oyuncuların karakterlerini, hal ve tavırlarını, rollerini, onların fiziklerine göre çok daha baskın algıladığımdandır. Bu konuda bir istisnam var, bunu sizinle paylaşmam gerek, çünkü belki de bu istisna benim pek çok insanı anlamama yardımcı olacak. Nedense Juliette Binoche’u ben arkadaşım zannediyorum, çocukluk veya gençlik arkadaşım. Zamanında birbirimizin evlerinde kalmışız, geceler boyu çene çalmışız, sevdiğimiz müzikleri kulaklıklarımızı paylaşarak dinlemişiz gibi bir his yaşıyorum. Yani onu sokakta görsem tanırım kesin, ama bu sadece ve sadece onun için geçerli. Ki bu durumda bir gariplik var, yani karşılaşacak olsak, ben de ‘Ne haber Juliette’ diye ona sarılmaya kalkacak olsam, ne olduğunu anlayamaz, şaşırır diye tahmin ediyorum. Gerçi hiç belli olmaz, belki o da bana büyük bir sevinçle, “Nineeel” diyerek sıkı sıkı sarılacaktır. İşte buraya dikkat! ‘Gerçi hiç belli olmaz’dan sonra gelen, gerçeklik ile örtüşmeyen, ancak hayal gücü sayesinde olasılık olarak var olan deneyimlere, dikkat! Gelelim ‘ünlü biriyle karşılaşma’ fikri veya hissinin bende pek güçlenememesinin üçüncü nedenine. Ha diyelim, ünlülerin de ünlüsü birileriyle karşılaştım, o da ününden ötürü herkese birer gülücük dağıtma sorumluluğuyla bana gülümsedi; tamam da bunun anlamı ne, peşinden ne gelecek, ne yaşanacak! O an karşılıklı aşkımızı fark edip öpüşmeye mi başlayacağız veya birimize araba çarpacaktı da diğeri onu kurtarıyor mu olacak, yoksa bana “buralar pek sıkıcı, ama sen çok özel birisin, hadi bir yerlere saklanalım da rahat rahat biramızı içelim” mi diyecek? Hayır tabii ki bunların hiçbiri olmayacak, olamaz. Yoksa… ‘hiç belli olmaz’ mı? Her şey olabilir mi? Olasılıklar dünyası mı insanların içlerini, ruhlarını, psikolojilerini gıdıklayan?

 

Bu konuda pek iyimser olamayacağım için ben Cannes sokaklarında herhangi bir ünlü görmeyi beklemektense, ünlülerle karşılaşmak beklentisi ile hareket eden insanları gözlemleyip anlamaya çalıştım. Otellerin önünde veya kırmızı halının hemen arkasındaki bariyerlerde, basın toplantısında uzadıkça uzayan kuyruklarda, en iyi olasılıkla ‘birlikte çekilecek bir selfie’ veya alınacak bir imza hayaliyle heyecanlanan öbek öbek insanları. Bu insanları heyecanlandıran, harekete geçiren neydi? ‘Celebrity’lerin, yani kutlanan kişilerin, ünü, yani milyonlarca insan tarafından tanınıyor olmaları mı? Birilerinin tanınmışlığı beni neden heyecanlandırsın ki? Başarılarından ötürü sahip oldukları maddi servetleri, yani ekonomik güçleri mi? İstediklerine daha rahat ulaşma iktidarları mı? Başkasının banka hesabının bana faydası ne olabilir? Onların işlerine, zekâlarına, yaratıcılıklarına duyulan derin saygı ve hayranlık mı? Bakın bunu anlayabiliyorum. Eserlerini beğendiğin, ve hattâ belki de hayran olduğun birileriyle tanışmak, hiç olmadı karşılaşmak, yaşanan minnet duygusunun güçlenerek ortaya çıkmasına mı sebep oluyor acaba? Sıradan hayatların kutlanan insanların hayatları ile kısacık da olsa temasının sıradanlar için anlamı ne? Kutlananların hayatından kendi hayatlarına bir şeylerin, bazı deneyimlerin, belki bir hissin, bir tılsımın, o kısacık sürede akması olasılığı mı? Onlardan alınan bir imzanın, onlarla çekilen bir fotoğrafın kendi hayatlarını daha değerli kılacak birer muska niteliği taşıyacağına olan gizli inançları mı? Yani bâtıl inançlar mı? Yoksa bu insanlara duyulan platonik aşk veya sevgi mi onları harekete geçiren? Belki de bu sebeplerin hepsinden farklı oranlarda farklı kombinasyonlar? Tamam da, alınacak bir imza ile, o ‘ünlü’ hayatlarına miniminnacik bir iz bıraktı diye, hayatlarında ne değişecek; kendilerini olduklarından daha değerli, daha özel mi hissedecekler? Gerçi ‘celebrity’lerle çekilmiş selfie’leri az biraz anlıyorum. Onlarda birer kandırmaca oyunu söz konusu sanki. Tabii ki herkes ünlü birinin yanında on saniye durup bir fotoğraf çektirmenin anlamının, sadece o kişinin yanında on saniye durup bir fotoğraf çektirmek olduğunu biliyor. Ama ya oradaki ilişki sadece on saniyelik değildiyse? Sanıyorum işte bu olasılık iç gıdıklayıcı. Belli olmayan sularda var olan olasılıklar, hayal gücünü harekete geçirecek veri. Ya belki o on saniyeden önce ve sonra bir flört vardıysa, bir dostluk, keza bir ‘sevişme’! İşte Juliette’in “Nineeel” diyerek bana sarılmasına benzer bir olasılık.


Bu konuda kafa yorarken, How Celebrity Lives Affect Our Own(1) isimli kitapta, New York Eyalet Üniversitesi Empire State College‘de 28 yıldır ‘fan olmak’ ve yetişkinlerde parasosyal ilişkiler(2) üzerine çalışan psikoloji profesörü Gayle Stever’in düşünceleri ile karşılaştım. Stever insan beyninin, karşısındaki gerçek yüz ile televizyondaki yüzü ayırt edemeyen bir yapıya sahip olduğunu iddia ediyor.(3) Yine aynı yazıda Young’un bir iddiasını okudum. Young, medyatik, yani ünlü kişilere ilgi duymanın gerçek hayattaki insanlara ilgi duymak kadar normal olduğunu iddia ediyor.(4) İzlediğimiz film ve dizilerden tanıdığımız oyuncuların hayatlarını gazetelerde, dergilerde, sosyal medyada takip ettikçe, beynimiz zamanla bizim o kişilerle tanışık olduğumuzu zannediyormuş. Saatlerce izlediğimiz oyuncularla, tek yönlü de olsa, çok yakın bir ilişki içinde olduğumuzu zannetmemiz normalmiş. Ancak işteşlik, ortaklık veya karşılıklılık gerektiren ‚ilişki‘ kelimesi, bu durumu ifade etmek için ne kadar doğru bilemiyorum. Gerçi bir de şu var: belki de, oyuncuların, ünlülerin kişilikleriyle, oynadıkları rollerle kendimizi özdeşleştirip, onların kendimizin bir versiyonu olduklarını zannediyor olabiliriz. Bizim yaşama imkânımız olmayan hayatları, ilişkileri, deneyimleri yaşama fırsatı, cesareti, imkânları olan versiyonumuz olduklarını, örneğin. Yani ‘ilişkide’ olduğumuz kişiler değil de, pseudo, yani sözde öz-versiyonlarımız, sözde öz-deneyimlerimiz. Bu düşünceleri okumak, insanların neden deli divane kutlanan kişileri görmeye çalıştıklarını anlamamı biraz olsun kolaylaştırıyor.


Biraz daha kolay anladığım başka bir grup insan daha gözlemledim. Fan oldukları, yani hayranı oldukları insanlarla daha yakın ilişkiler arayışında olan insanlar. Birilerinin ‘fan’ı olmaktan ziyade, celebrity dünyasının ‘fan’ı olan insanlar. Daha doğrusu kutlananların dünyasına ayak basmak, o dünyaya dahil olmak isteyenler. Kutlananlarla yakın ilişkinin bunun için bir yol teşkil edebileceği içgüdüsüyle hareket edenler. Belki özgüveni biraz daha yüksek, belki biraz daha cesur olan insanlar. Ama ‘belki’. Çünkü onlar belki de sadece gerekli ödünleri vermeye razı olanlar, ‘ne olacak canım’ diyenler, diyebilenler, demek zorunda olanlar, zorunda olduklarını hissedenler. Kendilerini kutlananların dünyasında görmek istedikleri için görünür olmaları ve dikkat çekmeleri gerekenler. Çok sayıda insan tarafından tanınmak, bilinmek, beğenilmek ve hayran olunmak için doğru kişilerle tanışıp, onları ikna edip, doğru projelere dahil olma hayali ile Cannes’a gelenler. Eğer zaten belli bir hayran kitleleri varsa, bu kitleyi korumak ve hattâ genişletmek için bir makina gibi işleyen Cannes Film Festivali’nde dikkat çekmesi gerekenler. İşte bu noktada topuklu ökçeler giriyor yine devreye. Çünkü topuklu ayakkabılar, ki ne kadar yüksek o kadar görkemli, ‘portable’, yani ‘taşınır’ birer taht görevi görüyor. Kadınlar ve trans-kadınların ortamlara, yani galalara, ‘pre-party’lere, ‘after-party’lere, tahtları üzerinde katılmalarını sağlıyor. Benim gözlemlediğim kadarıyla erkeklerin çok büyük bir yüzdesinin benzer bir ‘dikkat çekme’ arayışı yok. Onların üzerinde böyle bir baskının olmadığı veya onların benzer bir strateji ile hareket etmediklerini gözlemledim. Belki bu durumu erkeklerin ‘kıyafetleri ve taşınabilir tahtları sayesinde dikkat çekme imkânlarının olmadığı şeklinde de yorumlayabiliriz, yorumlayanlar olabilir; veya buna ihtiyaç duymadıkları da söylenebilir. Gerçi Pedro Almadovar’ın geleceği söylenen MUBI’nin gece partisinde pek bir renkli desenli takım elbiseleri ile iki siyahi erkek dikkatimi çekmişti. Bir de ceket arkasının kare şeklinde kesilmiş olduğu, yani sırtı açık bir ceket tasarımı. Erkeklerin dikkat çekme stratejisi olarak farklı, ilginç, renkli saç modelleri de geldi şimdi aklıma. Çok sayıda olmasa da, vardı. Ancak ‘beğenilmek’ hedefli dikkat çekme çabası ağırlıklı olarak kadınların konusu gibiydi. Bakış açısına göre ‘çabası’ yerine ‘görevi, sorumluluğu, olanağı, hedefi, güdüsü, eğitilmişliği’ sözcüklerini de koymak mümkün. Papyonlu siyah takımlarıyla neredeyse penguenlerin birbirine benzediği kadar birbirine benzeyen erkekler giyim kuşamları ile böyle bir çaba içine girmiyorlardı. Belki de giremiyorlardı. Bu sayede özgürlerdi. Veya belki de tam tersi. Rengârenk, binbir çeşit tasarımla, kıyafetleri sayesinde dikkat çekme imkânından yoksun, yaratıcılıkları ve özgürlükleri çalınmış olanlar asıl onlardı. Gösterişli olmak, beden, kıyafetler ve cinsel cazibe ile dikkat çekebilmek için kadın mı olmak gerekiyor? Gösterişlilik bu konusunda sanıyorum en başarılı kişiler abartılı makyaj ve ve kıyafetleri ile ‘dragqueen’ler. Ancak onlar da normal hayatta kendilerini kadın kabul etmeseler dahi, gösterişliliklerini kadın rolünde yaşamıyorlar mı? Doğurganlığı bir kenara bırakacak olursak, kadınların ortak ve en belirgin özelliği dikkat çekme ve beğenilme ihtiyacı, çabası, özgürlüğü, imkanı, zorunluluğu diyebilir miyiz? Kadın, güzel ve gösterişli olan veya güzel ve gösterişli olmak için elinden geleni ardına koymayan cinstir, desek? Her kadin bir çiçektir… Ninel, dikkat! İroniye başladın! Ataerkil kültür zaman zaman son derece çirkin, acımasız ve agresifken, zaman zamansa son derece güzel, gösterişli, keyifli ve yaratıcı olabiliyor, şeker ikram edilirken içinde zehir olmadığından emin olmak lazım, desene, açık açık. Ben moda defilesindeymiş gibi giyinmiş, süslenmiş, püslenmiş bir sürü kadını görmekten çok keyif aldım, ancak bunun aynı zamanda kadın bedeninin metalaştırıldığı bir kültürün ürünü olduğunun ve o kültüre destek verdiğinin ayrımında olmak lazım, desene. Kadının ‘metalaştırılmak isteyen, metalaştırılmaya razı olan, erkeğin gözüne, ihtiyaçlarına, keyfine hizmet eden’ cinse indirgenmemesine dikkat etmek gerek, desene. Burda John Berger’in Görme Biçimleri isimli kitabından alıntılar yapmak istiyorum. Son derece güzel, seksi, gösterişli, dikkat çekici, belki de çok pahalı kıyafetler giymiş kadınlar ile kadın bedeninin metalaştırılması arasındaki bağları kurmayı ise size bırakıyorum. Ancak önce hayatlarımızı baskılayan, etimize kemiğimize sinmiş ‘ataerkilliğin’ tanımını hatırlatmak isterim. ‘Ata’, baba veya dede, ‘erk’ ise iktidar demek. Öyleyse ‘ataerkil toplum’, baba veya dedenin, yani toplumdaki yaşlı erkeklerin iktidar sahibi olduğu, onların söz ve isteklerinin, diğer bireylerin zararına dahi olsa, doğru kabul edildigi, öncelik verildiği, uyulmasının gerektiği toplum düzeni. “Ama benim babam harika bir erkek” veya “Ben ağabeyimi çok seviyorum” gibi sözler demeyin ne olur bu noktada. Benim de beğendiğim, çok sevdiğim erkekler var, en az beğendiğim ve sevdiğim kadınlar kadar, ancak görmemiz gereken, anlamaya çalıştığımız, içinde yaşadığımız dünyayı baskı altında tutan ataerkil toplum yapısı ve bunun hem kadına hem de erkeğe olan zararı. Dikkatinizi çekerim ki pek çok kadın hal, hareket, tercih ve değerleri ile ataerkilliği desteklerken, John Berger gibi özel erkekler ataerkilliği sarsabiliyorlar. 


“Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. … Kadın hiç durmadan kendisini sey­retmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağ­larken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Ço­cukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. … Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Er­keklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir baş­kası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır. … Erkekler davrandıkları gibi, ka­dınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar ara­sındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Ka­dının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın ken­disini bir nesneye —özellikle görsel bir nesneye— seyirlik bir şeye dö­nüştürmüş olur.”(5) (Berger, s.46-47) 




Kaynakça: 

(1) Madere, Carol M. (2019). How Celebrity Lives Affect Our Own. Maryland: Lexington Books.

(2) Parasosyal ilişkiler ile, genellikle ünlü veya medyatik insanlarla, tek taraflı, yani karşılıksız olan ilişkiler kastediliyor. Karşılıklı olarak tanışmadığınız, ancak film ve dizilerini izlediğiniz, dergi, gazete ve sosyal medyada karşılaştıkça, haklarında yazılar veya röportajlar okuyup izlediğiniz, ve bu sayede güçlü duygusal bağlar kurduğunuz kişiler ile olan ‘ilişkiler’.  

(3) “We as a species are dependent on social interaction to survive, and there is a part of our brain that can’t differentiate the face in front of me in real life with the face on TV,” says Gayle Stever, who has been studying fandoms and adult parasocial relationships for the past 28 years at Empire State College in Saratoga Springs, New York.

(4) “It’s normal to be attracted to people in media, just as it’s normal to be attracted to people in real life.” Türkçesi: “Aynı gerçek yaşamdaki insanlara duyulan çekim gibi, medya insanlarının cazibesine kapılmak da normaldir.“ (Young, 2016) 

(5) Berger, John (1995). Görme Biçimleri. İstanbul: Metis Yayınları.